Virüs yokmuşçasına okumak! (2020’de neler okudum?)

Evde hiç geçirmediğim kadar vakit geçiriyorum. Bir çok “evci” için normal bir durum olsa da benim gibi “evde kalamayanlar derneği” üyeleri için korkunç bir şey bu, hayal bile edilemez. En azından ben öyle olacağını düşünüyordum!

Gecemiz-gündüzümüz, sağımız-solumuz, önümüz-arkamız COVID-19 olduğundan beri #evdekalıyoruz. Her ne kadar bu kuralı her fırsatta ihlal ettiysem de hakkından fazla evde kaldım. Bir önceki yazıda kuralı nasıl ihlal ettiğimi, neden ihlal ettiğimi açık yüreklilikle paylaşmıştım. Öyle olmasa akıl sağlığımı nasıl koruyabilirdim ki? (Bkz. Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum?)

Yazıda da belirttiğim gibi akıl sağlığımı korumamda kitap okumanın ve hatta genel olarak okumanın yeri çok büyük. Öyle kitap kurdu falan olduğumdan değil; dört duvar arasından çıkmamı sağladıkları için, bana yeni dünyalar açtıkları için ve tabi ki normallerimden uzaklaştırdıkları için.

Yıl bitmeden okuduğum kitapların listesini paylaşmayı hedefliyordum, kısmet yılın gününeymiş. Ama öncesinde bu yıl okuduğum kitapların bana kazandırdığı bir alışkanlığı ve yıktığı bir tabuyu paylaşmak istiyorum.

Yerli yazarlar da okunabiliyormuş!

Hemen kızmayın canım! Yazarları eleştirmek ne haddime… Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak evinde televizyon olmayan bir azınlığa mensubum sanıyorum. Bununla da kalmıyor son 10 yılımın büyük bir bölümünü televizyondan uzak geçirdiğim için artık varlığı ile yokluğu benim için bir. Türkiye televizyonlarının oluşturduğu akımlar, hikayeler, olaylar hiç bir şekilde ilgimi çekmiyor ve mutlulukla söylüyorum ki bilmiyorum. (Evet, 1 bölüm bile MasterChef izlemedim.)

Durum böyle olunca yabancı yazarlarla başlayan okuma maceram da öyle devam etti ve tıpkı Türk yapımı dizi/film/programlara ne kadar önyargılıysam yazarlara karşı da benzer bir önyargı geliştirdim. Bu önyargımın tamamen yersiz olduğunu düşünmemekle beraber bu yıl artık bu yargıya tam anlamıyla bağlı olmadığımı söyleyebilirim. Yerli yazarlar da okunabiliyormuş.

Asker arkadaşım Zülfü Livaneli önerdi

Zülfü Livaneli’yi daha çok şarkılarıyla tanıyordum ama tiyatro sanatçısı iki asker arkadaşım kitaplarını da önerince farklı bir kapı aralanmış oldu benim için. Bu arada 18 günlük askerliğimin ne kadar şanslı geçmiş olacağını bu iki arkadaşımdan hayal edebilirsiniz. Bir de badim vardı ki günün 20 saati konuşacak şey bulabiliyorduk. Üçüne de sonsuz teşekkürler…

Zülfü Livaneli ismini daha sonra daha sık duymaya, kitaplarını daha sık öneri olarak almaya başladım ta ki eski arkadaşlarımdan, şimdi ki iş arkadaşım Hüseyin bana Kardeşimin Hikayesi kitabını hediye edene kadar. O günden beridir bolca Livaneli okudum ve büyük bir önyargım kırılmış oldu. Sana da teşekkürler Hüseyin. (:

Önyargım yıkıldı, artık yerli yazarlara karşı bu kadar sert bir tavrım olmayacak ve daha sık okuyacağım çünkü Livaneli’nin kitaplarına, ele aldığı konulara, anlatımına bayıldım. Hele ki bazı kitaplarında aynı sokaklardan geçtiğimi, aynı hislere kapıldığımı ve hatta aynı otellerde kaldığımı gördükçe aldığım keyif bin kat arttı. Tam da bu nedenle bu yıl büyük çoğunlukla yerli yazar okudum diyebilirim.

Kitap okuma tarzımı “yazar bitirme” formatına taşıyorum.

Okumak için kitap seçerken nasıl bir yol izliyorsun diye sorsanız bugüne kadar verebileceğim net bir cevap yoktu. Dünya klasikleri ve çevremin tavsiyeleri seçimlerimin %90’ını oluşturuyordu ve bana yetiyordu. Livaneli okumaya başlayınca bu durum da değişti.

Her okuduğum kitabında kendimi Livaneli’ye daha yakın hissettim, yaşadıklarını daha yakından yaşadım, anlattıklarını iç sesim gibi okudum. Öyle ki bir yerden sonra yazan Livaneli değil de Budak’mış gibi hissettim. Bu da bende çok ayrı bir tad bıraktı ve Livaneli okumaya devam ettim. Henüz tüm kitaplarını bitirmedim ama oldukça yaklaştım. Bundan sonra başlayacağım yazarı seçerken de tüm kitaplarını okuyabileceğim, en azından çabalayacağım bir yazar olmasını hedefliyorum. Zaten daha önce bir kaç kitabını okuduğum bir grup yazar var, onları bitirerek başlayabilirim. Ben bu oyunu çok sevdim! (:

Gelelim okuduğum kitaplara! Çoğunuz için çok az da olsa, koca yılı evde geçirdin okuya okuya bu kadar mı okudun diyebilirsiniz ama demeyin! (: Gerek yok, herkesin hayatta kalma yöntemleri farklıdır. Karışık bir sırayla paylaşıyorum kitapları:

2020’de Neler Okudum?

Photo by Road Trip with Raj on Unsplash

Hermann Hesse – Demian (Daha önce 3-4 kitabını daha okumuştum, ilk bitireceğim yazarlar listesine aldım.

Ernest Hemingway – Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Bu adamın kitaplarına bayılıyorum, bir çok kitabını bitirdim, kalanları listeye alıyorum)

Gündüz Vassaf – Cehenneme Övgü (M. Serdar K. tavsiyesiydi ve artık başucu kitaplarımdan. Ayrıca Nilay Örneğin podcast konuğu oldu. Dinlemediyseniz tavsiye ederim. Böyle bir değere sahip olduğumuz için ülke olarak şanslıyız.

Gündüz Vassaf – Cennetin Dibi (İlk kitabı okuyunca hemen bun almak isteyeceksiniz.)

Zülfü Livaneli – Serenad

Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Zülfü Livaneli -Konstantiniye Oteli (Livaneli’nin en sevdiğim yanı olan hikaye, gerçekler ve tarihi harmanlaması. Bu kitapta resmen zirveye çıkmış.

Zülfü Livaneli – Son Ada (Biraz muhalif bir kişiliğiniz varsa bu kitabı okurken dişinizi kırabilirsiniz sinirden. (: )

Zülfü Livaneli – Orta Zekalılar Cenneti (Eski köşe yazıları, denemeleri ve düşüncelerinin derlendiği çok değerli bir kitap. Nereden söz ettiğini hemen anlayacaksınız ama daha da kötüsü dönem değişse de yaşananların değişmediğini görecek olmanız…)

Zülfü Livaneli – Huzursuzluk (Çok ama çok etkilendiğim bir kitap oldu çünkü yaşadığım yerlerde geçiyor hikaye ve biliyorum ki yazılanlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor!)

Zülfü Livaneli – Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm (Daha önce hiç görmediğim bir kitap formatı, bayıldım! Yazara yorum yapan karakter, kitabın ortak yazarına dönüşüyor.)

Halil Cibran – Gezgin (Halil Cibran gerçekten çok farklı bir yazar, çok farklı bir dünya. Mini kitaplarını sık sık okumak lazım.)

Ferenc Molnár – Pal Sokağı Çocukları (Çoğunuz çocukken okumuşsunuzdur. Ben de okumuştum ama hafızamda yer etmemiş olmalı ki tekrar okuma gereği hissettim.)

Erich von Däniken – Tanrıların Arabaları (Bir arkadaşımla sık sık konuştuğumuz, teoriler ürettiğimiz “yaşam” üzerine farklı bir bakış açısı. O arkadaşım önerdiği için okudum.)

Erich von Däniken – Tanrıların Arabaları (Bir arkadaşımla sık sık konuştuğumuz, teoriler ürettiğimiz “yaşam” üzerine farklı bir bakış açısı. O arkadaşım önerdiği için okudum.)

Jean Baudrillard – Tüketim Toplumu (İletişim, pazarlama gibi bir alanda çalışıyorsanız okumanız gereken bir kitap. Biraz ağır bir dili var, henüz bitirmedim.)

Durum bu! 2018 yılında Türkiye’ye dönüp tekrar işe başladığımda aklımda bazı soru işaretleri vardı. Hayat her zaman sizi istediğiniz gibi yönlendirmiyor diyerek yılın sonunda “Gezmek dünyayı okuma eylemi ise, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıya başlamadan önce tekrar okudum ve iyi ki yazmışım dedim. Keşke daha fazla yazmaya zaman ayırsam diye kendime sık sık kızsam da bu da benim ayıbım diyerek kendimi avutuyorum.

Sizin yıl boyunca okuduğunuz kitaplar neler? Nasıl bir kitap okuma alışkanlığınız var? Paylaşmak isterseniz keyifle okumak isterim. Umuyorum 2021 herkes için daha mutlu, daha huzurlu, daha çok okuduğu, daha çok geçtiği, daha sağlıklı günler geçirdiği bir yıl olur. Aralığın son gününde kaloriferlerin kapalı, pencerenin açık olduğu bir gecede bu yazıyı bitirirken pek umutlu olmasam da öyleymiş gibi davranmayı tercih ediyorum.

Güle güle 2020, seni hiç sevmedik ama yine de hatırlattıkların için teşekkürler…

Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum? #COVID19

Yazının başlığını attım; uzun bir süre ekrana baktım. Böyle bir başlık atan birisi akıl sağlığını ne kadar korumuş olabilirdi ki? Tıpkı geçen 10 ay gibi garip, içinden çıkamadığım, şaşırdığım bir an daha… Tıpkı geçen 300 gün gibi…

“Çin’in Wuhan kentinde yarasadan insan bulaştığı düşünülen bir virüs dünyayı etkisi altına aldı ve 1 yıl gibi kısa bir sürede dünya çapında 1.5 milyondan fazla kişinin ölümüne neden oldu!”

https://g.co/kgs/999sPC
Klasik salgın filmlerinden…

Bu yazıyı yazmaya başladığımda dünya çapında 73 milyondan fazla kişinin yakalandığı, 1.6 milyondan fazla kişinin hayatını kaybettiği COVID-19 virüsü ile yatıp kalkıyoruz. Bir korku filminin girişi gibi!

Sadece filmlerde olur diyorduk! Hayatlarımızdan kesinlikle memnun değildik ve “daha kötü ne olabilir” diye düşünmediğimiz tek bir gün bile yoktu… Daha kötüsüyle karşı karşıya kaldık! Bunları yazmak isteme nedenim kişisel tarihime bir not düşmekten fazlası değil, lütfen yanlış anlamayın. Yaşananları “yaşamak” bir yana, yazmak çok daha garip bir etkiye neden oluyor. Daha dramatik, daha inandırıcı, daha kalıcı…

Virüs Çin’de ortaya çıktığında sosyal medya her zaman olduğu gibi oldukça büyük bir bilgi kirliliği ve garipliklerle çalkalandı. Virüs Çin’den çıkamaz (!) diyenler, yolda düşüp ölen insan videoları, yayılmaya başladıkça insanların akın akın “dooms day” hazırlığına geçerek marketleri yağmalaması ve nihayetinde virüs ülkemiz sınırlarına yaklaştıkça “Türk genine bulaşmaz” diyen profesörler… Tüm bu olaylar tarihin ve internetin tozlu raflarında yerini aldı. Benim amacım tabi ki COVID-19 özeti yapmak olmadığı için bu detaylara çok takılmadan kendi hayatıma dönüyorum.

Sorumlu muyum? Tedbirli miyim?

“Bu da ne demek? İnsanların hayatını tehlikeye atıyorsun! Senin yüzünden bu durumdayız!” diyebilirsiniz fakat şartlar ne olursa olsun yasakları destekleyen biri olmadım, olamam. Bu nedenle bilinçli, tedbirli, sorumlu olmayı tercih ettim. Herkesin böyle olmasını beklemek tabi ki gerçekçi değil fakat ben “şartlar elverdiği kadarıyla” bu şekilde yaşadığımı açıkça belirtmek istiyorum. Yasakları çiğnediğim oldu mu? Mutlaka olmuştur fakat gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bunu kimseyi etkilemeyeceğinden emin olarak yapmaya çalıştım.

Dünya virüs haberleriyle kavrulurken doğum günümde kendime hediye ettiğim Avrupa kış tatilini gerçekleştirme kararımdan dönmedim ve yaklaşık 2 hafta boyunca Almanya’nın birbirinden güzel kalelerini gezdim, Avusturya’nın en meşhur köylerinde dolaştım. Türkiye’ye dönerken uçakta “COVID-19 Formu” dolduran ilk yolculardan biri oldum. Oldukça garipti çünkü o sıralar ortada her gün tekrar tekrar kullandığımız HES Kodu veya benzeri bir şey yoktu.

1 Mart günü Türkiye’ye geldiğimde Türkiye’de henüz vaka yoktu ve ilk vakalar gelmeye başladığında şu anda Türkiye’nin en ünlü kişisi olduğunu düşündüğüm Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bir açıklama yaptı: Virüs Türkiye’ye gelmişti ve bunun sorumlusu 30’lu yaşlarında Avrupa’dan dönen bir Türk vatandaşıydı!

Neyse ki o kişi ben değildim çünkü ben olsam muhtemelen bana da haber verirlerdi. (: Türkiye’ye geldiğimde kış mevsimi olmasından kaynaklı sesim kısıldı ve 2 gün yattım. Bu sırada patronum da virüs önlemi olması adına işe gelmemem konusunda beni tembihlediği için evde kaldım. Kalış o kalış, o günden beridir evden çalışıyorum. Çok kısa süreli de olsa ofise gittiğimiz bir kaç gün oldu ama çok kayda değer bir süre olmadığı için onları es geçiyorum. Mart ayının ortasından beridir evden çalışıyorum.

Pandeminin başından beri: 1 uzun yol otobüs yolculuğu, 3 uçak yolculuğu, 10’larca tren yolculuğu ve bolca İstanbul içi metro/otobüs/vapur yolculuğu, mümkün olduğunca parklarda gece koşusu, kafeler ve restoranlar açıkken sık sık dışarda çalışma ve yeme, sık sık misafir ağırlama ve misafir olma… Yapılmaması söylenen her şeyi yapmışım sanırım. Bu arada mümkün mertebe dezenfektan kullanmıyorum ve maskeyi ceza yememek için takıyorum. Bunları yazıyorum çünkü nasıl bir dönem geçirdiğimi açık açık belirtmek istiyorum, aksi halde akıl sağlığı koruma iddiası çok temelsiz olabilir. Zaten beni az çok tanıyan herkes -çoğu zaman yapma uyarısı ile- bu yaptıklarımı yadırgıyordu. (:

Tüm bu “sorumsuz” yaklaşıma rağmen bildiğim kadarıyla virüs kapmadım ve hasta olmadım. En azından şimdilik…

Yukarıdaki tüm davranışlara ek olarak belirtmem gereken şey ise “normal” olarak adlandırdığımız dönemler de dahil olmak üzere her zaman kişisel hijyenine kendince özen gösteren biri olduğum. En standart günde elimiz en az 10 defa sabunlarım (bunu yazmak veya dile getirmek o kadar anlamsız geliyor ki anlatamam), otobüs/metro/vapur gibi toplu taşıma araçlarında hiç bir yere dokunmam (Muhteşem bir denge yeteneğimin geliştiğini gururla söyleyebilirim. (: ), dokunmak zorunda kaldıysam bile o elimi yıkamadan bir başka yere dokunmam.

Kapı kolu, kapı açma kapama ve daha aklıma gelmeyen her yerde eğer mümkünse kolumu, dirseğimi, ayağımı kullanırım, elimi kullanmam, yürüyen merdivenlerde el bantlarını asla tutmam. Bankamatik, pos gibi yerlerde tuşlara minik cüzdanımın kenarıyla basarım veya mümkünse temassız kullanırım. Kullanacağım bardak/çatal gibi şeyler öncesinde mutlaka silerim ve bunlara benzer bir çok minik detaya dikkat ederim. Bence herkesin yapması gereken ama bir çok kişinin bir şekilde dikkat etmediği bu küçük detaylar çok fazla şeyi etkiliyor diye düşünüyorum. (Arkadaşlar metroda iki elinizle iki farklı tutamacı tutmak nasıl bir rahatlık? Bana normalde bile garip gelen bu şeyleri COVID-19 döneminde hala yapıyor herkes, metroda dikkat edin bana hak vereceksiniz…)

Yukarıda yazdığım gibi, yaptığım ve yapmadığım şeyler dolayısıyla kendimi sorumlu değil tedbirli olarak tanımlamayı tercih ediyorum. “Sorumlu olmamak” kötü gibi olsa da başkalarının daha tedbirsiz olmasının benim hayatımı kötü etkilemesine izin vermemeyi tercih ettim diyebilirim.

Günah çıkarma sonrası konuya gelebilirim çünkü yaptığım ve yapmadığım şeyler akıl sağlığımı korumamda önemli rol oynamışlardır. Bu arada akıl sağlığımı koruma konusu hala net değil, buna benden çok çevremdekiler karar verecekler veya çoktan verdiler… (:

Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum?

Bu kısmı uzun uzadıya yazmak istemiyorum çünkü her biri herkesin zaten yaptığı/yapmaya çalıştığı veya yapabileceği şeyler. Yani burada “Simya” yok, sadece yaşanmışlık var. Peşinen söyleyeyim aşağıdakileri hangi motivasyonla yaptım bilmiyorum. Bazılarını normal zamanlarda bile bu kadar düzenli yapamazdım. Kendimi nasıl motive ettiğime dair hiç bir fikrim yok. 😀

Spor yaptım!

Kesinlikle 1 numarayı hak spor hak ediyor! Eski bir “şişman” olarak seyahatlerimde verdiğim kiloları almamak için spora başlamıştım ve çok iyi gidiyordum. Spor salonuna 2. yıl üyeliğini de yapmıştım ki salgın patlak verdi ve ben sadece 1 gün gidebildim. Ama yılmadım! Bir süre bahanelerin ardına saklanıp 5-6 kilo aldıysam da evde spor yapmaya başladım kaybolan motivasyon geri geldi ve aldığım kiloları verdim. Yani Mart 2020’den beridir toplam 30-40 gün hariç hariç neredeyse her gün evde 20 dakika ile 40 dakika arası spor yaptım. Yaptığım sporlarda beni yanlız bırakmayan “Workout at home no equipment” anahtar kelimesinin galibi Youtuber’lara sevgilerimi gönderiyorum.

Çalıştım!

Garip gelebilir ama her gün çalışacak bir işinizin olması akıl sağlığınızı korumanızda önemli bir rol oynuyor. Hayatımın hiç bir döneminde işsiz kalmadım fakat bilinçli “çalışmadığım” dönemlerde bir süre sonra bunaldığımı farkediyordum. Bu nedenle sabah (ve tabi ki akşam) beni işsiz bırakmayan müşterilerime teşekkür ediyorum. Ama bir not olarak da eklemeden geçmeyeceğim; beyaz yakalının evde kalanı çekilmiyormuş. Normalde 17.00’den sonra mailine bakmayan kişiler bile 7/24 mail atmaya başladı. (:

Her sabah işe gidiyormuş gibi hazırlandım!

Muhtemelen yüzlerce farklı yerde okumuş veya duymuşsunuzdur fakat uyguladınız mı bilmiyorum. Her sabah kalktım ve ofise gider gibi giyindim, saçımı başımı taradım/düzelttim, deodorant/parfüm sıktım ve yan odaya geçtim. Pijamalarımla ve hazırlanma rutini olmadan geçirdiğim günlerin diğer günlere oranla ne kadar kötü geçtiğini tahmin bile edemezsiniz. Yani evet, kendimi hack’ledim! 😀

Düzenli ve sağlıklı beslendim!

Spor yapıyorum, her sabah işe gider gibi hazırlanıyorum peki neden sağlıklı beslenmeyeyim? Ben de öyle düşündüm ve düzenli bir şekilde beslendim. Hatta öyle ki “normal” günlerde olduğundan daha sağlıklı beslendim. Hemen her sabah uymaya çalıştığım bir kahvaltı rutinim oluştu (yulaf+süt+muz+tarçın+yerfıstığı ezmesi) ve acayip mutluyum. Ekmek zaten tüketmemeye çalışıyordum, onu iyice sıfırladım ve aburcuburu olabildiğince az tuttum. Gazlı içeçek ve türevlerini içmiyordum onları da iyice hayatımdan çıkardım. Çılgınlar gibi pizza söylediğim, burgere doyduğum kaçamaklarım olmadı dersem büyük yalan olur. 🙂

Kitap okudum!

Kitap okuma alışkanlığı kazanmak istiyorum! Gerçekten… Salgın bu anlamda iyi fırsat yarattı ve bolca kitap okudum, yeni yazarla tanıştım, bol bol kitap siparişi verdim… Henüz saymadım ama geçtiğimiz 10 aylık dönemde 15-16 kitap okudum sanırım. Ama tabi ki burada rakamlardan ziyade her gece uyumadan önce ve bazen hafta sonları gün içinde de kitap okumaya çalıştığımı söyleyebilirim. Ortalamaya vuracak olursak her gece 30 dakika kitap okudum diyebilirim. İçinde bulunduğum realiteden kopup farklı dünyalara, farklı olaylara atlamak o kadar iyi geldi ki anlatamam. Normalde neden bu kadar okumuyoruz ki biz?

Dizi/film izledim! (Komedi öncelikli.)

Kitap okumak herkesin tercih ettiği bir şey değil (keşke olsa) ama dizi/film izlemek eminim salgında herkes için büyük bir yer kapladı. Ben de her gün mutlaka “sitcom” diye tanımlanan durum komedilerinden izlemeye çalıştım. Her gün en az 2-3 bölüm mini dizi izlemişimdir. 9 sezonluk The Office dizisi bu dönemde kahvaltılarıma sıklıkla eşlik etti. Bu arada özellikle komedi izlemeye çalıştığımı tekrar etmek istiyorum. Bu kadar sıkıntılı/sancılı dönemde iç karartıcı şeyler izlemek çok mantıklı gelmedi bana. İzlediğim diğer türler de ilham verici hikayeler ve tabi ki bilim-kurgu türü yapımlardı.

Aile ve arkadaşlarımla görüştüm!

Evde pek durmayan biri için evde kalmak ne kadar zordur bilir misiniz? Öyle çılgın gece hayatım falan olduğundan değil sadece evde kalmayı sevmiyorum. Arkadaşlarımın kafesinin olması benim için büyük bir avantaj oldu bu dönemde ve sık sık keyifli bir vapur yolculuğuyla kafeye gittim ve her fırsatta arkadaşlarımla buluştum. Görüşmek istediğim herkesle görüşmedim çünkü 10 aydır evden çıkmayan arkadaşlarım da var. Israrlarım onlara pek etki etmedi. (: Korona döneminde ailemi komple İzmit’e taşımak gibi çılgın bir işe kalkıştık ve bu da bana sık sık 1 saat içinde onlarla görüşme imkanı tanıdı.

Hobime vakit ayırdım!

Her ne kadar bunu istediğim kadar yapamadığımın farkında olsam da içimin sıkıldığı her an gezdiğim ülkelerde çektiğim fotoğraf ve videolara gömülerek gerek anılarımı tazeledim gerekse fotoğraf düzenleme yeteneğimi geliştirmeye çalıştım. Instagram’da ara ara herkesi sinir eden paylaşımlar yaptım ve stok platformlarında satış yaptım. Bunu hobi olarak yapmaya devam ettiğim için gerçekten çok faydasını gördüğümü söylemem gerek. Keşke seyahatlerimi yazdığım blogumu da güncelleme motivasyonum olsaydı ama o da nazar boncuğu olsun, ne yapalım!

ŞİMDİ SIRA YAPMADIKLARIMDA!

Fahrettin Kocayı takip etmedim!

2020 yılının en çok takipçi kazanan ismi olan sağlık bakanını takip etmedim, tamam ilk 1 hafta takip ettim ama sonra hemen takipten çıkardım. Takip etmem için bir neden olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Ama eklemeden geçmeyeyim; hiç bir siyasetçi veya politikacıyı, haber kanalını, haber sitesini vs zaten takip etmiyorum. Bu da bizi diğer maddeye getiriyor.

Haberleri takip etmedim!

Hayatımın hiç bir noktasında gündelik haberlere bir şey duymak istemedim. Dolar kaç olmuş, kim kimi nasıl dolandırmış, hangi şehirde ne olmuş, politikacılar ne saçmalamış bana ne? (Bill Gates gerçekten bir gün bize çip takarsa bu özelliği istiyorum.) Çok önemli bir şeyse bana zaten ulaşır bakış açısıyla sanırım 10 yıldan fazladır haberleri bilinçli olarak takip etmekten kaçınıyorum anlayacağınız. Sosyal ağlarda sadece mesleki içerikler ve kişileri takip etmeyi tercih ediyorum. Bu sayede gereksiz bilgiden, haberden ve dolayısıyla üzüntüden, can sıkıntısından kurtuluyorum.

Sayıları takip etmedim!

Yazının girişinde güncel vaka sayısını paylaştığıma bakmayın. Vaka sayısı, ölü sayısı, hangi ülkede son durum ne gibi hiç bir şeyi takip etmedim. Öğrendiğim zaman bana bir faydası olmayacak bir bilgi olarak gördüm ve hatta ölümlerin “sayısallaştırılması” her zaman canımı sıktığı için garipsemeye devam ettim. Her biri birer sayıdan fazla çünkü, birer hikaye…

Abartmadım!

Evet, Çok zor bir dönem! Evet, hayatımız altüst olabilir. Arkadaşlar dezenfektan içme seviyesine gelmek neyin nesi? Bu şahsi bir görüş tabi ki, kimseyi bu yaptığından dolayı (yüzüne karşı) yadırgamadım veya eleştirmedim ama buraya eklemek istedim (oh be!). Trende önümde oturan kişi tam 15 dakika boyunca sprey ile koltuğu, masayı, pencereyi dezenfekte etmeye çalıştı, bir koltuğa sıktı bir eline sıktı… Bu şekilde davranan kişinin akıl sağlığını korumaya devam etmesi nasıl mümkün olabilir?

Durum bu… Aklıma geldikçe burayı güncellerim ama size hayatın anlamını verdim gibi. (: Şaka bir yana aslında oldukça sıradan, basit, normal zamanlarda yaptığımız veya yapmaya çalıştığımız şeyler bunlar. Şu anda geride bıraktığım günlere baktığımda her ne kadar his olarak boşa geçmiş 10 ay gibi dursa da, aslında boşa geçmediğini görüp sevinebiliyorum…

Her Şey Çok Güzel Olacak filminden…

Her ne kadar bir son olarak görmesem de bu virüsten kurtulup yaşadığımız bu günleri birer kötü anı olarak hatırlayacağımız günlerin yakında olmasını diliyorum. Acil, çok acil olarak daha önce gitmediğim bir ülkeye gitmek istiyorum. Evet, bilet hiç önemli değil.

Truman Burbank bize ne anlatıyor?

Her sabah aynı saatte uyanıyor, aynı kahvaltıyı yapıyor, günlük rutinlerinizi tamamlayıp tıpkı sizin gibi yola koyulmuş binlerle, yüz binlerle ve hatta bazen milyonlarla beraber harekete geçiyor ve iş yerinize, okulunuza varıyorsunuz.

Sonra bir daha, bir daha ve bir daha…

Bu durumdan rahatsızlık duyan birileri var, size anlatmaya çalışıyorlar ama çok fazla dinlemiyorsunuz çünkü kendi dertleriniz zaten yetiyor da artıyor, bir de arkadaşınızın muhtemelen hiç bir zaman gerçekleştiremeyeceği hayalini mi dinleyeceksiniz?

Truman Burbank bu hayali gerçekleştirmek için zorluyor. Öylesine zorluyor ki çocukluğundan itibaren bilinçli olarak önüne çıkarılan engellere rağmen hayallerinden vazgeçmemeyi tercih ediyor. Evet, bu olay 30 yıl sürse de sonunda gökyüzüne dokunmayı başarıyor ve çıkış kapısını buluyor.

Öncesinde neler olduğunu hepimiz biliyoruz, en büyük korkularıyla yüzleşiyor. Bu da yetmezmiş gibi acımasız saldırılara uğruyor ve hayalleri uğruna ölümü bile göze alıyor. Üstelik nereye gideceğini tam olarak bilmiyor bile. Sadece unutamadığı bir isim, gözünün önünden gitmeyen bir yüz ve Fiji…

Doğduğunuzdan beri sizin de karşınıza onlarca farklı zorluk çıkmadı mı? Siz de zorbalığa uğramadınız mı? Hatta çoğunuz hala bu zorlukları ve zorbalıkları yaşamaya devam ediyorsunuz. Ama yine çoğunuz hayallere sahipsiniz, bıkmadan usanmadan takip etmeye devam ettiğiniz hayallere. Tek eksiğiniz bunun için henüz ölümü göze almadınız.

Şu anda önünüzdeki en büyük engel ne diye sorsam hemen hepiniz “COVID-19” diyeceksiniz. Çünkü sizi tutan başka bir şey yok. Ama unutmayın, korona öncesinde de müthiş olmasa da bir hayatınız vardı ve o zaman da bahaneleriniz vardı. Muhtemelen bundan sonra da aynı şekilde bahaneleriniz olmaya devam edecek.

Sizi yıldırmaya çalışanların karşınıza çıkardığı ve sırtınızı dayadığınız bahanelerden kurtulup “o” hayali gerçekleştirmek sizin elinizde. Başka kimsenin değil. Hemen şimdi, evet şimdi başlayabilirsiniz…

Bu arada olur da görüşemezsek, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler…

Bir kaç gün arka arkaya sabah gözümü açıp telefonu elime aldığımda aynı saati ve dakikayı görünce aklımdan geçenler bunlardı. Üstelik koronavirüs dolayısıyla evlere kapandığımız bu günlerde çok daha fazla gözüme batmaya başladı bu konu.

Bizi Truman Burbank’dan ayıran tek şey işe/okula gitmek için evimizden çıkmamız mıydı? Sadece 3 hafta oldu! Eve kapandığımız 3. hafta fakat farkında olmadan bir çok farklı şey aklımıza gelmeye başlıyor. Düşünüyoruz. Evimizi, işimizi, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, konuştuklarımızı, konuşamadıklarımızı… Kendimizi, en çok da kendimizi düşünüyoruz çünkü kendimizle baş başayız…

Siz de böyle düşünüyorsanız açıp Truman Show‘u tekrar izleyin. Belki ilk izlediğiniz yıllara nazaran düşüncelerinizde değişiklikler olmuştur. Ben izleyeli gerçekten çok uzun zaman olmuştu ve o zamandan bu güne kadar yaşadıklarımı göz önünde bulunduracak olursam o kadar çok şey olmuş ki… İyi ki tekrar izlemişim….

Neden yabancı dillerde de şarkı/müzik dinlemeliyiz?

Çalışırken müzik dinlemek, özellikle ofiste çalışmıyorsam en iyi odaklanma yöntemim diyebilirim. Çoğu zaman müziğin akışına kendimi kaptırıyorum ve bir süre sonra ne çaldığını bile anlayamıyorum. Biraz garip gelebilir ama benim için oldukça iyi…

Bugün duyduğu Fransızca bir şarkıdan dolayı bu konuda bir şeyler yazmak geldi içimden. Aslında önce Instagram’da bir hikaye paylaştığım için başladı her şey. Çoğu zaman İngilizce şarkılar dinlediğim için Fransızca bir şarkı dinlemek çok farklı bir keyif verdi. Arada dinlediğim Fransızca şarkılar olmuştu ama hiç biri nedense bu kadar keyif vermemişti. Geoge Ka isimli bir amatör şarkıcının Jolies Personnes (Güzel İnsanlar) şarkısıydı. Levi’s tarafından düzenlenen bir yarışmada derece almış sanıyorum. Mutlaka dinleyin.

Bu şarkıyı paylaşarak Instagram arkadaşlarımdan İngilizce dışındaki dillerde dinledikleri şarkıları paylaşmalarını istedim ve sağ olsunlar harika önerilerle geldiler. Hepsini aşağıda paylaşacağım. İspanyolca, Farsça, Rusça, Kürtçe, İtalyanca, İbranice, Norveççe, Çerkesçe ve daha bir çok farklı dilde öneriler geldi. Her gelen öneriyi tabi ki paylaşamadım fakat dinleyip listeme eklemeye karar verdiklerimi ve bazı nostaljik önerileri paylaştım. Muhteşem bir aktivite oldu benim için çünkü hiç duymadığım ezgiler beni farklı düşüncelerle baş başa bıraktı. Bir başka deyişle beynimin belki de hiç çalışmayan bölgeleri çalıştı.

Farklı dillerde müzik dinlediğiniz zaman içindeki sözleri anlamasanız bile müziğin hızı, sözlerin söyleniş tarzı, enstrümanların etkisi, vokalin ses tonu sizi farklı dünyalara götürür, farklı bir kültürün içine alır ve size bir şeyler öğretir. Üstelik bunları siz hiç farkında olmadan yapar. Tam da bu nedenle iyi bir eser sonrası kendinizi çok farklı hissedersiniz.

Yukarıdaki paragrafı yazarken farkettim aslında söylediğim her şey bana seyahat ve geziyi çağırıştırıyor. Oturduğunuz yerde kitap okurken dünyayı gezdiğiniz gibi müzik dinleyerek de dünyayı gezebilirsiniz. Koronavirüs ile cebelleşilen bu günlerde harika bir aktivite.

Önerilen şarkıları dinlerken özellikle ne sözlere ne de sanatçının nereli olduğuna bakmadım ilk dinlediğimde. Sanatçının nereli olduğunu, şarkının ne tür olduğu çıkarmaya çalıştım ve büyük bir bölümünde başarılı oldum. (Düşününce bayağı eğlenmişim bunu yaparken. (: )

Yabancı dil öğrenirken müzik dinleme önerisini duymayan yoktur sanırım. Hem kelime dağarcığınızı geliştirir hem kulak alışkanlığı kazandırır hem de kültürel bilgi verir.

Konuyla biraz alakalı fakat kesinlikler he açıdan ufuk açan bu Ted konuşmasını izlemenizi tavsiye ediyorum.

Yeni bir dil öğrenmek bildiğiniz gibi beyninizi geliştirmenin en etkili yollarından birisidir. Bunu yaparken müziğin de ne kadar etkili olduğunu biliyorsunuz. Bu nedenle düz mantık ile çok farklı dillerde müzik dinlemenin de beyninizi çalıştıracağı çıkarımını yapmak çok yanlış olmayacaktır. Bu konuda biraz araştırma yaptım fakat bilimsel bir makaleye veya araştırmaya denk gelmedim. Daha çok benim gibi düşünen blog yazılarına denk geldim ama bilimsel bir araştırma bulursam mutlaka yazıyı güncellerim.

Şimdi de bana bu kısa yazıyı yazdıran harika şarkılara bakalım. Siz de favorilerinizi önermek istiyorsanız Instagram’dan bana yazabilir veya daha gelenekseli bir yorum bırakabilirsiniz.

Saknur – Evior
Buena Vista Social Club –
Dos Gardenias
Океан Ельзи –
Не йди
Emef –
Polyanna
Mohsen Namjoo –
Ey Sareban
Yasmin Levy –
Adio Kerida
Paolo Conte –
Sparring Partner
Somnambule –
Coeur de Pirate
Lara Fabian –
Je t’aime
Marjan –
Kavire del (Bunu dinlediğinizde şaşıracaksınız.)

Gezmek dünyayı okuma eylemi ise, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir

Yaklaşık 4 yıldır fırsatını bulduğum her an dünyanın hiç görmediğim ve belki de bir daha hiç göremeyeceğim yerlerine doğru bir yolculuğa çıkıyordum. Üstelik 2014 yılının ilkbaharına kadar pasaportu bile olmayan biriyken Amerika yolculuğumla zinciri kırıp bir maceraya başlamıştım. Hala nasıl başardığıma inanamıyorum.

O sıralarda bana 4 yıl içinde hayatımda ne kadar büyük değişimler olacağını söyleseniz muhtemelen gülmekten yerlere yatardım; fakat hayat sizin planlarınıza göre işlemiyor, onun her zaman kendine göre planları var.

Özetle 4 yılda 30’dan fazla ülke ve bu ülkeler içerisinde 100’den fazla şehir gördüm. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce yeni insanla tanıştım, arkadaş oldum. Yeni kültürler tanıdım, yeni lezzetler tattım ve daha bir sürü ilginçlikler, güzellikler… Tüm bu yaşananlar, şu anda bu satırları yazarken olduğum kişi haline getirdi beni.

Peki bu 4 yıllık maceranın, hele ki son 1 yıldır 3 kıtada onlarca ülke gezmenin sonucunda Türkiye’de durmak nasıl bir duygu?

Dövizin önlenemeyen yükselişi herkes gibi beni de etkiledi ve artık istediğim seyahatlerimi aynı sıklıklarda gerçekleştiremeyeceğim. Herkesin aklında aynı soru! “Kanka sen buralarda ne yapacaksın? Nasıl duracaksın?”

Aynı soruyu ben de kendime soruyordum, henüz Türkiye’ye dönmeden önce Cusco’nun eşsiz tarihi sokaklarında yürürken, tarihi meydana bakan bir kafede kahve içerken, Machu Pichu’ya çıkarken…

Net bir cevap bulabildiğimi söyleyemeyeceğim ama Türkiye’ye geldiğimden beri istemsiz olarak bir çözüm ürettiğimi görüyorum. Sanırım cevap belli: Okuyarak! 

Yola tek başıma çıktığım için yanıma taşıyabileceğim kadar kitap alıyordum her defasında ve otobüsler, uçaklar, dinlenme noktaları çok daha keyifli hale geliyordu. Türkiye’ye geldiğimden beri normalden daha fazla kitap okumaya zaman ayırdığımı ve bunu yaparken de eskiye nazaran çok daha fazla keyif aldığımı gördüm. Bir başka deyişle; yurt dışındayken gördüğüm yeni yerleri, yaptığım gezileri şu anda kitaplarla kapatıyorum.

Geçtiğimiz 1 ay boyunca İstanbul’da metro ve metrobüste ayakta okuduğum kitapları düşünüyorum şu anda, gerçekten de metrobüste veya metroda gibi hissetmiyordum. Evet farkındayım, zor, fakat biraz direnince gerçekten okunuyor ve bir anda kendinizi dünyanın bir başka yerine ışınlayabiliyor, o da olmazsa samimi bir arkadaşınızla koyu bir sohbete başlayabiliyorsunuz.

“Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” diye düşünmenin veya sormanın pek bir manası olmadığını biliyorsunuz değil mi? En çok gezerken okuyan bilir, cevap oldukça açık. Tam da bu nedenle gezerken de gezemediğiniz zamanlarda da okuyun! Şu anda hayatınızda var olduğunu düşündüğünüz tüm problemleri ancak bu şekilde atlatabilir, daha mutlu bir geleceğe adım atabilirsiniz.

Cevabı bulduk, yaşadığınız coğrafyada eğer kendinize uygun bir ortam bulamıyorsanız, aynı zamanda fiziksel olarak da gezemiyorsanız çok daha uygun ve en az geziler kadar (hatta bazen daha fazla) faydalı olacak olan kitap okumaya başlayarak yolculuğa dair ilk adımları atabilirsiniz.

Barış Özcan “Çok gezen ne bilir?” videosunda bunu çok anlatıyor. Şu cümle beni oldukça etkilemişti “Gezmek dünyayı okuma eylemi, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir.

Evinizden dışarı adım atamıyor olabilir, yaşananlar sizi çok fazla rahatsız ediyor, mutsuz ediyor veya huzursuz ediyor olabilir; tüm bunların sizi yaşamaktan alıkoymasına izin verip vermemek sizin elinizde.

Her değişim benliğinizde başlar, fitili ateşleyen siz olmazsanız bir başkasının istediği şekilde değişirsiniz ve olduğunuz kişiyi asla sevemezsiniz. Bu nedenle birisi sizin fitilinizi ateşlemeden önce siz kendi değişiminizi başlatın. Ama gezerek, ama okuyarak…


Okumak her zaman keyifli olmuyor tabi, ilgili olduğunuz bir alan ve akıcı kitaplar bulmak zorundasınız. İlle de klasiklerle kendinizi boğmanız gerekmiyor. Tabi ki kitaplardan aldığınız zevk arttıkça klasikler de daha okunabilir veya daha doğru bir tabir ile “sizin için okunabilir” hale geliyor. Böylece her okuduğunuz kitaptan daha fazla keyif alabiliyorsunuz.

View this post on Instagram

Sahara Desert – Merzouga – Morocco Fas'a gelip de çöl turu yapmamak olur mu? Tabi ki bir tur firmasıyla turu ayarladık (teşekkürler @dogasiyagezgin) ve yola başladık. Sanırım bir grubun başına gelebilecek en kötü şeyler başımıza geldi o yüzden güzel yanlarını bırakıp onları sıralayacağım. Siz de tabi ki çöl turu ile ilgili her deneyimin güzel olduğunu bilerek bu kötü olasılıklardan haberdar olmuş olursunuz. 🙂 – Çöle girişte 1 saat deve ile yol alacaktık fakat turdan bir arkadaşımız ilk dakikada deveden düştü ve el bileğini kırdı. Şu anda hastanede. – Çölün ortasında deveden inip yürüyerek devam etmek istedim ve tabi ki amacım fotoğraf çekmekti fakat çok garip bir şekilde kum tepesi sandaletimi yuttu. Evet kelimenin tam anlamıyla yuttu ve bulamadım. Yola yalın ayak devam ettim. Fena değildi. 🙂 – Çölde bize söz verildiği gibi özel çadırlar, duş ve tuvalet yoktu. Tamamen yalan atmış firma. Hatta su ve ışık da yoktu. 🙂 Beklentilerinizi buna göre ayarlayın veya firmaya yakasına yapışacağınızı söyleyin. – Gördüğünüz fotoğrafı çölde çekerken birileri çok sevdiğim güzelim montumu çantamın yanından çalmış maalesef. Bu konuda da ne çöldeki kişiler ne de firma sağ olsun kılını kıpırdatmadı. Olan güzelim montuma oldu. – Dönüşte arkadaşımızı hastanede ziyaret edip çantasını verirken durmuş halde olan arabamıza çarptılar ve bizi suçladılar. Yine kimse bir şey yapmadı. – En kötüsü de fotoğraf makinamı incelemek isteyen birisi ayarlarıyla oynamış ve tüm çektiğim fotoğraflar RAW değil de JPG olarak çekilmiş. Ağlamak istiyorum resmen. Tüm bunlara rağmen maddi kayıplar dışında her şey yolunda ve Fez şehrinde gezmeye devam ediyorum. Umarım kötü şeylerin tamamı bitmiştir de güzel şeyler devam eder.

A post shared by Burak Budak (@burakbudak) on

Bir fikir vermesi açısından 2018 yılı içinde -bazılarını çok geç kalarak bile olsa- okuduğum kitapları paylaşıyorum. Eğer okumak için bir kitap seçemiyorsanız belki aşağıdakiler size yardımcı olabilir. Bu kitapları ilgi alanlarıma göre ve değerli arkadaşlarımın tavsiyeleri ile seçtiğimi belirtmek isterim.

  • Yuval Noah Harari – Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
  • Yuval Noah Harari – Homo Deus
  • Ernest Hemingway – Silahlara Veda
  • Ernest Hemingway – Yaşlı Adam ve Deniz
  • Fernando Pessoa – Anarşist Banker
  • William Shakespeare – Hamlet
  • Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
  • John Locke – Hoşgörü Üstüne Bir Mektup
  • Isaac Asimov – Ben Robot
  • Martin Ford – Robotların Yükselişi
  • Herman Hesse – Siddhartha
  • Herman Hesse – Knulp
  • Michel Onfray – Yolculuğa Övgü
  • Aziz Nesin – Ölmüş Eşek
  • Murray Bookchin – Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi
  • Cees Nooteboom – Mokusei
  • Charles Foster – Hayvan Olmak
  • Jules Verne – Karpatlar Şatosu
  • Peyami Safa – Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
  • Cengiz Aytmatov – Gün Olur Asra Bedel
  • John Steinbeck – İnci
  • Sadık Hidayet – Kör Baykuş
  • Yuval Noah Harari – 21. Yüzyıl İçin 21 Ders (Şu anda okuyorum)

Değerli vaktinizi, değerli içerikler tüketmeye ayırın

Günümüzün büyük çoğunluğunda ekranlara bakıyoruz ve bu baktığımız ekranlarda çoğu zaman bizim istediğimiz şeylerin dışında yer alıyor. Bazen saatlerimizi komik videolar, kediler veya Arif’in mençıstıra attığı golü izlemekle geçiriyoruz ve daha kötüsü ne biliyor musunuz? Bunun farkında bile olmuyoruz… Eğer böyle gereksiz şeylere vakit ayırmıyorsanız ne mutlu size. Çok küçük bir azınlığın içindesiniz ve lütfen sırrınızı benimle de paylaşın. (:

Her ne kadar boşa zaman harcamamaya çalışan biri olsam da bazen “farklı” içerik ihtiyacım oluyor. Youtube’da, Instagram’da takip ettiklerim veya mail listelerinde dahil olduğum bazı değerli içerik derleyicileri var. Bazıları farklı kaynaklardan değerli içerikleri süzerek paylaşıyor bazıları ise kendisi içerik üretiyor ve bu gerçekten çok değerli. Aşağıda paylaştığım hesapları, siteleri ve mail listelerini takip ederek siz de değerli vaktinizi daha değerli içerikleri tüketmeye ayırabilirsiniz.

Not: Tabi ki bu içeriklerin çoğu teknoloji/internet odaklı olacak. Bu nedenle takip ettiğiniz böyle değerli içerik üreticilerini yorum olarak paylaşırsanız listeyi güncellemek isterim.

Çay Kahve İnsan

Youtube üzerinde oldukça sınırlı sayıda kaliteli içerik üretiliyor. Severek takip ettiğim kanallardan biri olan Çay Kahve İnsan, bir çok değerli girişim ve girişimciyi misafir ediyor.

Barış Özcan

Kaliteli içerik denildiği zaman akıllara gelen ilk için bu aralar Barış Özcan sanırım. Barış abi her yönüyle kaliteli içerik nasıl üretilir sorusunun cevabı. Paylaştığı konular ise her pazar sabahının daha kaliteli geçmesini sağlıyor. Henüz takip etmiyorsanız çok şey kaçırıyorsunuz. Eski videolarını izlemeyi de unutmayın. Aşağıdaki videosu tabi ki en sevdiğim videolarından.

Doğukan Güven Nomak

Özellikle geliştirici olmak isteyen gençlerin baştan sona tüm videolarını izlemesini önerdiğim bir kanal.

Bi’kafalar

Her ne kadar yeni videolar gelmiyor olsa da eski videolarını izlemek size çok şey katacaktır.

Cep Hikayeleri

Hayatın içinden çok güzel hikayeler, çok güzel detaylar. En sevdiğim videosunu aşağıda paylaşıyorum. Ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Youtube içeriklerinden en sevdiklerim ve sıklıkla takip etmeye çalıştığım bazı kanallar bunlar. Tabi ki ilgi alanlarıma göre çok daha fazla kanalı takip ediyorum ama bu kanallar herkese fayda sağlayabilecek türden kanallar.

Eğer mail ile yatıp kalkan biriyseniz bir gün içinde değerli şeyleri yakalayabileceğiniz bazı listeler var. Unutmayın, bireysel süzgeçlerden geçmiş içerikler olduğu için çok daha değerli içerikler bunlar.

Ahmet Yalçınkaya’dan Mobil Dünya

Kendisi de bir mobil geliştirici olan Ahmet, her pazartesi size kaçırmış olabileceğiniz gündemi gönderiyor. Eğer mobil dünyaya ilgi duyuyorsanız mutlaka faydasını göreceksiniz.

Adem İlter’den Feyizli Linkler

Düzensiz aralıklarla gönderilen bir mail listesi olsa da siz ilgi gösterdikçe daha sık görme ihtimalinizin yüksek olduğu (Adem, duy bunu 🙂 ) bir mail list. Tasarım ve front-end içerikli çok değerli bir liste. Emin olun daha fazlasını görüyorsunuz.

Erman Taylan’dan ürün geliştirme ve yazılım odaklı içerikler

Ürün geliştirici olarak çalışan, yazılım kökenli Erman Taylan, her salı mail kutunuza düşecek şekilde ürün geliştirme ve yazılım alanında çok değerli içerikleri bulabilirsiniz. Oldukça doyurucu içerik listelerinden.

Koray Kışlalı’dan İlham Verenler ve İlham Kaynakları

İlham Verenler

Bir çok farklı uzmanlık alanına sahip, değerli isimlerle yapılan röportajlar, özellikle gençler ve kariyerlerinde değişiklikler yapmak isteyenler için çok faydalı olacaktır. Ayrıca değerli işlerin nasıl yapıldığını, ne gibi fedakarlıklar ile iyi konumlara gelindiğini bu röportajlardan anlayabilirsiniz.

İlham Kaynakları

Tasarım, sanat, kültür ve daha bir çok alanda içerikler üreten kaynakların derlendiği bir yayın olarak takip edebilirsiniz İlham Kaynakları sitesini. Eğer yukarıdaki alanların en az biriyle ilgiliyseniz sık sık bakmanızı öneririm çünkü çok güzel içeriklere ulaşabileceksiniz.

Bir Yudum Kitap

“Kitap okumaya zaman mı var ya?” diye düşünenlerdenseniz (çok hatalı bir düşünce maalesef) veya özenle seçilmiş kısa paragraflarla her sabah güne başlamak istiyorsanız Bir Yudum Kitap tam size göre.

Yola çıkınca hem yeni insanlar hem de kendini tanıyorsun

Bugün 3 ayı bitirdiğim bir yolculuğun Japonya ayağındayım. Şahsi bloguma çok zaman ayıramadığım için ilerde seyahat blogum olan www.dahaotesi.com ‘a ayrıntılı yazacağım bir yazının girişini burada yapmak istiyorum.

Beni yakından tanıyanlar “insan sevmiyorsun ki sen!” diyerek şaşırabilir ama yoldayken en çok yeni insanlarla tanışmayı seviyorum. Bunun bir nedeni de yolda tanıştığın insanların senin kafadan olma ihtimalleri diyebilirim. Düşünsene bir hostelde oturuyorsun, karşıdan gelen de senin gibi dünyayı gezmeye çıkmış birisi. Muhtemelen benzer hislerle dünyayı keşfetmeye başlamış. Tam da bu nedenle farklı insanların hikayelerini dinlemek, onların hayatında bir yer edinmek benim için değerli.

Çılgın bir yağmurda tanıştığım keşişler ve gönüllü İngilizce öğretmenleri

Aşağıda, çok farklı şekillerde tanıştığım kişilerden ilk aklıma gelenlerini paylaşacağım. Çok daha fazlasını ise bu yolculuk bittikten sonra paylaşmayı hedefliyorum. (:

  • Couchsurfing üzerinden tanıştığım ve bana Casablanca şehrini tanıtan, dünyayı gezme hayali olan genç arkadaşım Anas!
  • Yine Couchsurfing aracılığıyla tanıştığım, 3 ay önce Türkiye’ye yerleşme hayali olduğunu söyleyen ve şu anda Türkiye’ye yerleşme aşamasında olan Maria!
  • Marakeş’te tanıştığım, Lübnan’da bir Amerikan firmasında finans direktörü olan Selim!
  • Marakeş’te yaptığım 3 günlük çöl turunda tanıştığım kimi gezgin kimi sadece tatil için gelmiş arkadaşlarım. (İsimler ve detaylar için çöl yazımı mutlaka okumalısınız.)
  • Mısır’da beni Mısırlı sanıp bir şeyler sormaya çalışan ve İngilizce öğretmenliği okumuş Yousef. Sonra 3 gün boyunca beni arkadaşlarıyla tanıştırdı, gezdik tozduk.
  • Yousef’in en yakın arkadaşı ve Amerikan konsolosluğunda İngilizce öğrenmiş Zawawy. Babası milyoner fakat o, babasının terkettiği annesiyle mutlu bir hayat sürüyor. Piramit gezimi beraber yaptık ve değerli şeyler paylaştık.
  • Fas’ta tanıştığım Anas’ın çok yakın arkadaşı Yassine! Beni ve arkadaşımı Alexandria’da saatlerce gezdirdi ve yerel lezzetler ısmarladı.

Ben, Anas, kız kardeşi ve Maria – Kazablanka, Fas

  • Mısır’ın minik sahil kenti olan Dahab’de tanıştığım, ağır din eğitimi aldıktan sonra ateist olmaya karar vermiş 3 mısırlı genç.
  • Malezya’da Couchsurfing’den tanıştığım ve 3 gün portre fotoğrafçılığı konusunda benimle tecrübelerini paylaşan Rudy.
  • Hindistan asıllı Müslüman Malezyalı Aieda! Instagram’dan beni takip ediyormuş ve Malezya’da olduğumu görünce tanıştık, beni bir çok güzel yere gezdirdi ve bir çok kültürel bilgi paylaştı.
  • Malezya’da hostelde tanıştığım ve dünyayı 5 parasız gezen, ama gerçekten hakkıyla gezen Aslı!
  • Malezya’da sokakta tanıştığım, dünyayı gezmek için daha önceki gezilerinden fotoğraflarının baskılarını satan Rus kız!
  • Tayland’ın Chiang Mai kentinde hostelde tanıştığım ve daha sonra bir kaç ülkede daha karşılaştığım Jessica!
  • Chiang Mai’de kaldığım hostel işlerine yardım eden ve geri kalan tüm zamanını çizim yaparak geçiren 60’lı yaşlarında V!
  • Laos’da iki şehirde ve sonra Bangkok’da karşılaştığım 3 Koreli genç.
  • Myanmar’da iki farklı şehirde karşılaştığım ve Bitcoin ticareti ile dünyayı gezen, finansçı İsveçli genç.
  • Japonya’da tanıştığım Diyarbakırlı dönerci Onur! Sohbetimiz çok dönerden çok daha ileride artık. (:

Bunlar ilk aklıma gelen, hayatımda bir şekilde yerleri olan, hikayelerini bildiğim ve aynı şekilde benim hikayemi bilen, hayatlarında yer edindiğim isimler. Yüzlerce kişiyle tanıştım tabi ki fakat bu isimler, daha öne çıkan isimler. Ben onları tanıdıkça kendimi de daha iyi tanımaya başladığımı hissediyorum.

Gezmemin en temel nedeni de zaten bu, dünyanın farklı yerlerine yapılan yolculuklar bir bakıma kendi iç dünyanıza yapılan yolculuklar oluyor.

Kimse nedensiz tanışmaz, karşılaşmaz diye düşünenlerdenim bu nedenle bir sonraki tanışacağım kişiyi merakla bekliyorum.

Tokyo’dan selamlar.

Robotlara işimizi elimizden aldıkları için teşekkür edebiliriz

Olaylara her zaman kötü tarafından bakanlardan mısınız? O zaman gelin, biraz içimizi ferahlatalım. Sonuçta gerçekten içimizi ferahlatmak bizim elimizde olan bir şey. Hepimizin üzerinde düşünmesi gerektiğine inandığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Teknolojik gelişmeler birçok kişiyi korkutsa da beni heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor. Eğer gerçekten robotların iş hayatında bir insandan fazla rol aldığı bir gelecek bizi bekliyorsa belki de tarihte ilk defa rahat bir nefes alabiliriz!

Robotlar İşimizi Elimizden Almaya Geliyor! 

Yaşamakta olduğunuz hayatın ne kadar “insanca” olduğunu daha önce hiç düşündünüz mü? Dünyanın çok büyük bir bölümü yaşamaktan ziyade yaşam mücadelesi veriyor ve ortalamaya göre en iyi durumda olan beyaz yakalılar bile aslında modern birer köle gibi çalışmaktan öteye gitmiş değiller. Oysa yüzyıllar önce kalkmış olması gerekiyordu köleliğin. İşte bu nedenle robotların hayatımızda giderek aktif rol oynaması hayatımızı olumsuz yönde etkilemek zorunda değil. Hatta şimdiye kadar hiç olmadığı kadar iyi hâle getirebilir. Güneşin doğmadığı saatlerde uyanıp hiç de insani olmayan koşullarda toplu taşımalara tıkışıp işe gitmek zorunda olmadığınız bir dünyaya sahip olmanın anahtarı robotlar olabilir.

Green Enstitü’nün asıl problemin robotlar değil, günümüz iş koşullarının olduğunu açıkladıkları raporları beni bu konuya gerçekten çok farklı bir şekilde bakmaya yöneltti. Evet, robotlar işimizi elimizden alarak bize iyilik yapabilir. Artık kas gücü yerine beynimizi kullanarak iş yapabildiğimiz alanlarda daha rahat bir şekilde çalışıp, çocuklar ve yaşlılarla daha iyi bir şekilde ilgilenebiliriz. Böylece herkesin yaşam kalitesi artmış olur.

Eğer robotların işinizi elinizden alacağından korkuyorsanız bir de robotların çocuklarınıza bakıcılık yaptığını hayal edin. Siz yoğun bir şekilde çalışırken onlar sizin çocuğunuzu yetiştirebilir. Sanırım ilk senaryo daha sağlıklı değil mi?

Robotların üretimine dayalı vergilendirme sistemi ve temel gelir 

“Robotlar işimizi alacaksa nasıl para kazanacağız” diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu konu için de şimdiden araştırmalar, analizler ve denemeler yapılmaya başlanmış durumda. Bunun için ilk önce kendinize şunu sormanız gerekiyor. “Ne için çalışıyorum?” Eğer bu sorunun cevabı “temel yaşam standartlarımı sağlamak” ise o zaman planlanan çözüm size uygun demektir.

Temel geliri, devlet tarafından işsiz kişilere temel yaşam standartlarını sağlayabilmeleri için verilen bir ödenek olarak düşünebilirsiniz. Bir bakıma işsizlik maaşı denebilir. Fakat bunun insani standartlarda olanını düşünün. Sizin işinizi alan robotlar, çok daha performanslı ve verimli bir şekilde üretimi artıracaklar ve şirketler çok daha yüklü miktarda kâr elde edecek. Peki ya maaş? Robotların (uzun yıllar boyunca) maaşa ihtiyacı olacağını sanmıyorum. Tam da burada hükûmet devreye giriyor ve “temel gelir” için toplanacak olan bir vergiyi şirketlerden alıyor. Buna robot vergisi de diyebilirsiniz, insan vergisi de… Nihai amaç, işsizlere düzenli ve yeterli bir gelir sağlamak.

Geçtiğimiz günlerde eBay kurucusu Pierre Omidyar tarafından hayır amaçlı kurulan bir yatırım şirketi, Kenya’nın bir şehrindeki insanlara hiçbir çalışma ön koşulu koymadan aylık sabit bir ödeme yapacağı deneyini açıkladı. 12 yıl sürecek bu deney, şimdilik pek ses getirmemiş olsa da deney sürecinde ödeme yapılan kişilerin temel yaşam standartları kendiliğinden karşılanırsa halkın ne şekilde tepki göstereceği ölçülebilecek. Halkın eğitim, sanat gibi alanlarda iyileşme gösterip göstermeyeceği ise bu alanda yapılmış en önemli deneylerden birinin sonuçları olarak elimize geçecek.

karl marx muslum gurses

Neden temel gelir? 

Geçtiğimiz günlerde paylaşılan “Dünyanın en zengin sekiz kişisinin serveti, dünyanın yarısına bedel” haberi oldukça ses getirmişti fakat bunu hepimiz biliyorduk zaten. Tam da bu nedenle “temel gelir” gibi bir kavramın ortaya atılması herkesin yararına olacak diye düşünüyorum. Bir şekilde iş hayatına tutunarak yaşayan insanlar, eğer ellerindeki tüm imkânlar alınırsa köşeye sıkıştırılmış hissedebilirler. (Kediden biraz daha fazlasını yapacaklardır.) Bunu önlemenin şimdilik en etkili yolunun temel gelirin sağlanması olduğu düşünülüyor.

Bill Gates de bu görüşü destekleyenler arasında. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir röportajda robotlardan vergi alınması gerektiğini ve bu vergi ile insanların eğitimine katkı sağlanması gerektiğini paylaşmıştı.

Tarihe yön veren zamanlardan birini yaşıyoruz ve iyi değerlendirilmeli

En kötü tahminler bile kırk yıl içerisinde robotların iş kollarının büyük bir bölümünü tamamen ele geçirmiş olacağını söylüyor. Bu durum yeni bir sanayi devriminden çok daha öte. 2000’li yıllarda hayatımızda yaygınlaşan internet,  küreselleşmeyi başlattı ve görünüşe göre bunu iyi yönetemedik. Dünya, birbiriyle bağlantılı büyük bir metropol hâline dönüşmek yerine giderek daha büyük bir köye dönüşüyor ve bunun önüne geçemiyoruz. Robotik teknolojileri de insanlığın faydasına kullanamazsak geri dönüşü olmayacak sonuçlar doğurabilir.

Yazıya olumlu başlamıştım ama öyle devam edemedim, hemen toparlıyorum.

Robotik teknolojilerin hayatımıza girmesiyle yaşanacak 3 temel değişim:

  • Sürücüsüz araçlar yaygınlaşacak ve bu sayede milyonlarca insan trafik kazalarından kurtulacak. Kazaların neden olduğu maddi ve manevi zararlar önlenmiş olacak.
  • Üretim süreçlerindeki israf, robotlar sayesinde minimum seviyeye inecek ve böylece doğal kaynaklar boşa harcanmamış olacak.
  • Yukarıda da söylediğim gibi kendinize ve ailenize daha fazla zaman ayırabileceksiniz ve dahası ruhsal olarak kendinizi daha iyi besleyebileceksiniz.

Sadece bu maddeler bile çok daha kaliteli bir geleceğin bizi beklediğini gösteriyor.

Tabi iyi senaryonun hayata geçip geçmeyeceğine insanlık karar verecek. Önümüzdeki on yıl, bu kararların verilmesi için oldukça önemli. Çünkü filmlerde görmeye alışkın olduğumuz şekilde taraflar ve taraftarlar ortaya çıktıkça bu kararları almak zorlaşacak. Bu nedenle erkenden bazı şeyleri netleştirmekte fayda var.

Siz ne düşünüyorsunuz? İnsanlık olarak önümüzdeki bu sınavı geçebilecek miyiz? Benim bu konuda tarafım belli. (:

Kayıp bir nesil mi geliyor?

Lütfen bu yazıdan önce aşağıdaki yazıları okumak için bir kaç dakikanızı ayırın. Hepsini okursanız çok daha anlamlı olacağını düşünüyorum:

Facebook Babanın mı? Bence Hayır! – 2010 yılında yazdım.

Bilinçli Medya Okur Yazarlığı! – 2012 yılında yazdım.

Gençleri Bilinçlendirelim – 2012 yılında yaşanan bir olay.

Bu başlığı atmama neden olan şey, küçük kardeşimin (yaş:9) eline telefonu her aldığında ilginç şeyler çekmeye çalışması ve internette gördüğü özellikle de Youtube’da karşılaştığı videolardaki gibi hareketler sergilemeye başlamasıydı.

Yazıya henüz başlamadan önce gördüğüm bir başka video ise söylemek istediklerimi 14 saniyelik videoda özetledi diyebilirim.

https://www.youtube.com/watch?v=j6KWrEM3Lsg

Bu genç arkadaşımız üzerinden şu kayıp nesil konusuna biraz bakalım. Videoda çok önemli bir kaç nokta var:

1- Youtube’da kanal sahibi olan kişiler gibi bir açılış yapıyor.

2- Kendini aynadan çekmeye çalışıyor. Muhtemelen bir büyüğünün telefonu ve kimsenin o anda ondan haberi yok.

3- Videonun sonunda hiç arkadaşı olmadığını söylüyor.

4- Her şeyden önemlisi ise bu video kaydını bir büyüğü görüyor ve bunu sanki komik/eğlenceli bir şeymiş gibi Youtube’a yükleyerek paylaşıyor.

Kendimi bildim bileli bir nesil bir diğeri için ve genelde kendinden sonraki nesil için “kayıp nesil” demekten kendini alamıyor. Ama acaba bu “kayıp nesil” 2005 yılından sonra doğmuş kişiler olabilir mi? Yani şu anda 10-10 yaşında olanlar. Neden bu kişiler diyecek olursanız bence (tamamen gözlem) 2005 yılı Türkiye’de internet ve bilgisayarın evlerde en tavan yaptığı dönem. O dönemlerde artık internet hızları kayda değer bir seviyeye ulaşmıştı ve internet kafeler en popüler dönemlerini yaşıyordu.

Durum böyle olunca 90’lar ve kısmen 2000’lerin başında çocuk olan nesil hem internetsiz (her istediğinde elinin altında değil) hem de internetli dönemi (günümüzü) yaşadılar. Başka bir deyişle hem dışarıda doyasıya oynadılar hem de internet başında çılgınlar gibi zaman geçirdiler ve geçirmeye devam ediyorlar. İçerik ve erişebilirlik anlamında da 2005’li yıllar henüz günümüz kadar rahat değildi doğal olarak.

Biz internet kullanmaya başladığımız gençlik dönemimizde hem içerik azlığı hem de erişim kısıtları yüzünden tamamen “internet nesli” olamadık. Örneğin ben “blogunu oluştur” yazısı ise 2004 yılında blog dünyasına atıldığımda hayatımın internet olacağını hayal bile edemiyordum, farklı bir şeyler de olabilirdi.

Günümüz gençleri ise internete diledikleri gibi erişebiliyorlar ve kendi cihazları yoksa bile başkalarının cihazlarını kullanarak her anlarını ekran karşısında geçirebiliyorlar. Online olarak sürekli uğraşacak bir şeyler bulabildikleri için de dış dünyadan soyutlanıyorlar çünkü doğduklarından beri her sıkıldıklarında, ağladıklarında ellerine bir ekran tutuşturuldu ve bu şekilde vakit geçirmeyi öğrendiler.

Ama asıl problem, onları bu şekilde yetiştiren veya kendilerince yetiştirmek zorunda kalan ebeveynlerin de teknolojiyi kullanan ama “teknoloji cahili” diyebileceğimiz bir gruba dahil olmaları. Bunu bir hakaret olarak algılamayın, aktif olarak internet kullanan herkes maalesef “bilinçli internet kullanıcısı” olmuyor. Hele ki teknoloji faydalı kulanma konusunda bilgi sahibi hiç olamıyor. Bu nedenle çocukları büyürken onların tamamen kontrolünden çıkmış bir şekilde internete erişerek büyüyorlar ve hem onlardan hem de arkadaş çevrelerinden kopuyorlar.

Bu konuda düşüncelerimi saatlerce yazsam bitiremem, bitirsem de okunmayacağı için kısa kesip nasıl olması gerektiği konusunda bir şeyler sıralayacağım:

1- Çocuklarınızın herhangi bir ekran karşısında geçirdikleri zamanı mutlaka kısıtlayın ve onları dışarı yönlendirin. (Dışarının güvenli olmadığını maalesef biliyorum ama burada çözüm size kalmış.)

2- Ekran başında geçirdikleri zamanda neler yaptıklarını mutlaka ama mutlaka kontrol edin. Neler izliyorlar, neler oynuyorlar, nerelere neler yazıyorlar? Onlar gibi hareket ederek nelerle karşılaştıklarını inceleyin. Youtube’da oyun videoları altındaki yorumları okuyarak başlayabilirsiniz.

3- Sosyal ağlarda hesap açmalarını engelleyin. Engelleyemiyorsanız da bir şekilde kontrol edin. Bu konu özellikle sapıklar özelinde çok önemli.

4- Evinizde bulunan adsl hattınızın aile filtresini mutlaka oluşturun. Bilen birinden destek alarak erişimde nasıl kısıtlamalar yapabileceğinizi öğrenin, uygulayın. (Youtube’u çocuklarınız kadar kullanırsanız öğrenirsiniz.)

5- Teknoloji ve internet kaçabileceğiniz bir şey değil. Lütfen ayak uydurun ve çocuklarınızın güvenliği için önce siz bilinçlenin, sonra onları bilinçlendirin.

Eğer bunları yapmazsanız çocuklarınız biraz daha büyüdüğü zaman karşılaşabilecekleri tehlikelerden habersiz bir hayatınız olur. Onlar tehlikedeyken, siz muhtemelen Facebook’da, Instagram’da bir şeyleri “beğeniyor” olursunuz.

Neler oluyor? (10. yıla çok az kala)

Blogum 10 yaşına girecek neredeyse ama ben 2016 yılında yeni bir yazı bile yazmamışım. Zaten yıllar içerisinde yazıların sayısı o kadar çok seyrekleşmişti ki eskiden her ay en azından bir kaç yazı yazarken şu anda “yıl” üzerinden düşünüyor olmam yeterince üzücü ama yıl bitmeden güzel bir şeyler yazmayı hedefliyorum.

13383770_10154177336268913_1826825568_o

Bu yazıyı kendime mi yazıyorum yoksa okuyacak kişilere mi emin değilim ama bir yerden tekrar başlamak lazım..

Neden Yazamıyorum? 

Beni yakından tanıyanlar bilirler aslında oldukça yoğun bir içerik tüketimim ve bir o kadar da üretimim var ama o kadar farklı platformlar için yazıyorum ki, kendi bloguma onlardan farklı ve benim açımdan “değerli” olacak şeyler yazmak gerçekten zor geliyor. Hele ki benim “değerli” kavramım çok farklı olduğu için yazmam daha da zor oluyor.

Peki Gerçekten Neler oluyor? 

Aslında bu tür bir başlıkla yazmak istemezdim ama durumu açıklayacak bundan iyi bir başlık bulamadım. Normalde blogun “hakkımda” bölümünü hayatımda olan bitenlerden özet başlıklarla güncelliyordum ve orası “neler oluyor?” tadında gelişiyordu fakat orayı da 2012 yılından beri güncellemediğim için burada yazı içerisinde bazı geçmiş gelişmeleri yazıp orayı da güncelleyebilirim. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olurum. 🙂

Peki gerçekten neler oluyor diye bakacak olursak son yıllarda hayatıma yönelik aldığım radikal kararlar göze çarpıyor. Aslında radikal karar demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama şu anda hayatımın ilerlediği yol bu şekilde. En radikal kararım ise 4-5 yıldır mutlu bir şekilde yaşadığım İstanbul’u terketmem oldu. Artık sadece gerekli toplantılara ve gezmeye geliyorum. Siz de deneyin, çok güzel oluyor. Bir de “less is more” var.

Digital Nomad oldum! (Sanırım)

Ceyda Anıl’ın tam da bugün yayına aldığı yazıda sözünü ettiği kişilerden biri oldum. Artık müşterilerim ve yaptığım işler sayesinde dünyanın herhangi bir yerinde çalışabiliyorum ve bu durumu sürdürülebilir hale getirmek için elimden geldiğince çabalıyorum. Henüz tam olarak “dünyanın farklı bir yerinde” yaşayarak çalışıyorum diyemesem de onun için çabalıyorum. Dünya için biraz daha oturmaya başlayan bir kavram olsa da Türkiye’de bu şekilde çalışmak oldukça olağan dışı karşılanıyor ve haliyle sürekli müşteri bulmak oldukça zor oluyor.

Peki nasıl bu şekilde çalışıyorum diyenler için biraz geçmişe bakacak olursak ajans ve kurumsal hayat deneyimlerim sonrası artık kendi projelerimi geliştirdiğim ve bir kaç uzun soluklu müşteri ile sürekli çalıştığım bir işim var. Müşterilerim için içerik üretimi, dijital reklam çalışmaları, internet siteleri, mobil uygulamalar ve sosyal medya odaklı çalışmalar yapıyoruz. Her ne kadar bir ajans gibi görünse de aslında müşterilerin ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığımız bir model ve beraber çalıştığım kişiler ile aynı ofiste, veya şehirde değiliz. Bazen aynı kıtada bile olamayabiliyoruz.

Burada hem üretici hem de yönetici olarak çalışmaya çalışıyorum. Hem müşterilerimin işlerini ve taleplerini karşılıyor hem de bir yandan kendi projelerimi hayata geçirmeye çalışıyorum. (Bu konuyu daha açık bir şekilde yazabilmem için en az 4-5 sayfalık bir yazı yazmam gerekir. O nedenle devam ediyorum.)

Projeler? 

Son 4 yıl içerisinde gerçekten çok değerli kişilerle çok güzel projelere imza attık. (Kişiler burada çok değerli çünkü yaklaşık 10 yıllık dilimde bir o kadar da “değersiz” kişilerle çalışmak zorunda kaldım.) Bir çok güzel projeyi başarıyla yayına aldık. Başarıyla yayına aldık diyorum çünkü herhangi birinde tam anlamıyla “başarılı” olduk diyemeyeceğim. Ama internet dünyasında sadece hayal olarak başlayan bir fikrin tam da hayal edildiği gibi yayına alınması bence çok büyük bir başarı. Özellikle internet sektöründe çalışıyorsanız ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Ne bütçelerle projeler hayata geçirilemiyor görseniz oturup ağlarsınız.

Projelerden paylaşmaya değer olanları aşağıda listeliyorum:

  • Twittermeclisi.com adında bir proje geliştirip Türkiye’de siyaset dünyasında aktif yer alan hemen herkesin tüm paylaşımlarını kayıt altına aldığımız ve bir çok farklı şekilde filtrelenmesine imkan veren bir servis geliştirdik. Sabit bir kitleye ulaşmayı başardı ama sonrasında kapatmaya karar verdik. Önümüzdeki dönemde farklı bir şekilde tekrar hayata dönebilir. (Umarım döner.)
  • Hap Haber, adından da anlaşıldığı gibi bir haber platformu fakat şu anda hepimizin isyan ettiği “tıklama haberciliğine karşı” doğmuş bir mobil uygulamaydı. Uygulamaydı diyorum çünkü yayına aldıktan 5-6 ay sonra kapatma kararı aldık çünkü bir çok destek ve download’a karşı aktif kullanıcı sayısında hedeflerimize ulaşamadık ve gördük ki tıklama haberciliğine karşı içten içe bir sempati de yok değil. Kimseyi suçlamıyoruz tabi bu konuda ve hala yayına devam eden güzel projeler (bkz. Nayn.co) var bu alanda ve umuyorum ki başarılı olacaklar.
  • Yuh Oyunu! Evet, mobil uygulama dünyasına hızlı girişimizi oyunlarla 2013 yılında yapmıştık. Sonra bir çok farklı deneyim elde ettik, farklı uygulamalar geliştirdik hem kendimize hem de müşterilerimize. Sonra oyun dünyasına tekrar döndük ve bağımlılık yapabileceğine inandığımız bir arcade oyun geliştirdik. Oyun zor olunca da adını “Yuh” koyduk. Şu anda yaklaşık 70k download ve milyonlarca oynanma ile iOS ve Android platformunda devam ediyor. Biz 120 bölümden sonra geliştirmelere ara verdik fakat oyun her haliyle 120 bölümlük bir oyun, denemediyseniz mutlaka deneyin. 😉
  • Back To Math! İlk göz ağrımız olan ama deneyimsizliklerimiz yüzünden defalarca yeniden yayına almak zorunda kaldığımız ve en sonunda sadece yayına alıp bıraktığımız bir matematik oyunu. Bir gün hak ettiği değeri bulacak ama nasıl bilmiyorum.
  • Yeni bir ürün: Henüz tanıtımını veya lansmanını yapmadığımız fakat 5-6 firmanın kullanmaya başladığı bir müşteri ilişkileri platformu geliştirdik. Bir ihtiyaç üzerine doğan ve şu anda Saas olması için geliştirmeye devam ettiğimiz bu proje de oldukça sevdiğim bir iş oldu. (Yayına aldıktan sonra güncelleyeceğim burayı.)

Bunlar dışında müşterilerimiz için bir çok internet projesi yayına aldık ve almaya devam edeceğiz. Ama özel bir teşekkürü Tüyap’tan Cemran Öder ve Çağdaş Güler’e iletmek istiyorum. Tüyap 35 yıldır yapıyor olsa da biz beraber 3 yıldır Türkiye’nin dört bir yanında onlarca kitap ve sanat fuarları gerçekleştirdik ve çalışma modelime uyum sağladıkları için gerçekten onlara teşekkürü bir borç bilirim. Nice güzel fuarlara…

Daha başka? 

Digital Nomad (sevdim bunu) olduktan sonra ilk olarak Amerika’ya gitme kararı almıştım ve gittim. Yaklaşık 8 ay boyunca Amerika’da yaşama fırsatım oldu. Hem dil eğitimi hem gezi olarak hayatımın en önemli 8 ayı oldu diyebilirim. (Zaman geçtikçe daha da etkisini görüyorum) San Francisco, New Jersey, New York ve Chicago’da geçirdiğim bu dönemi asla unutmayacağım çünkü bende bir gezi tutkusu uyandırdı.

Amerika’dan geldikten sonra iş hayatına atıldığımda ara verdiğim fotoğraf tutkum da tekrar canlandı ve tekrar fotoğraf makinası aldım.

Fotoğraf makinasını alınca durur muyum? Hemen Kamboçya ve Tayland arasında geçecek olan 1 aylık bir geziye çıktım. Amerika’dan sonra bu kadar zıt bir kültürü yaşamak da inanılmaz bir deneyim oldu ve zaten Instagram‘da bıktıracak kadar paylaştım ve paylaşmaya devam edeceğim. Tabi artık teknoloji blogları ve haberleri dışında bir de bireysel gezginleri takip ediyorum her platformda. İlham kaynağı arıyorsanız gezginlerin blogları, Instagram hesapları güzel bir adres. Bkz. icantravel, Rotasizseyyah bunlardan sadece ikisi.

Fotoğraf makinası ve gezi bir araya gelince haliyle Instagram’da da artık daha aktif olmaya başladım. Hatta itiraf etmem gerekir ki Instagram takıntım oluştu. (Ama güzel fotoğraflar paylaşıyorum. Takibe almazsanız darılırım.)

Friendfeed’den sonra bırakamam dediğim Twitter‘da da artık oldukça az paylaşım yapmaya başladım. Bunun akabinde yaşlandığımı düşünmeye başladım ve neden Snapchat kullanamıyorum diye düşünürken artık Snapchat’i daha aktif kullanmaya karar verdim. Tüm gençler bu platformu kullanıyorsa bu sektörde olan biri olarak mutlaka siz de orada olmalısınız. (Tabi ki beni de takibe almayı unutmayın.)

Daha fazla gezi, daha fazla fotoğraf! Bu aralar geliştirdiğimiz yeni projelere ek olarak tek düşünebildiğim şey bunlar. Daha fazla gezi, daha fazla fotoğraf! Barış Özcan’ın videolarından birinde de söylediği gibi “gezmek, bir çeşit dünyayı okuma eylemidir” ve ben giderek daha fazla bağımlısı oluyorum. (Hala takip etmiyorsanız Barış Özcan’ı da hemen takibe alın derim.)

Son olarak evet, gezilerim, notlarım, çektiğim fotoğraflar ve videolar ile beraber bir proje daha yapmak istiyorum. Uzun süredir düşünüyorum ama hala nasıl bir konsept yapacağıma karar vermedim. Umarım karar vermem daha uzun sürmez.

Uzun süre yazmayınca böyle çok şey birikiyor. En başta da değilim gibi bu yazıyı daha çok kendim için yazdım. En azından uzun süre görüşemediğim arkadaşlarım, merak edenlerin de merakı biraz da olsa giderilmiş oldu. Hakkımda bölümünü de biraz daha sadeleştirmiş olarak güncellemeliyim. 10. yıl yazısında görüşmek üzere.