Gezmek dünyayı okuma eylemi ise, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir

Yaklaşık 4 yıldır fırsatını bulduğum her an dünyanın hiç görmediğim ve belki de bir daha hiç göremeyeceğim yerlerine doğru bir yolculuğa çıkıyordum. Üstelik 2014 yılının ilkbaharına kadar pasaportu bile olmayan biriyken Amerika yolculuğumla zinciri kırıp bir maceraya başlamıştım. Hala nasıl başardığıma inanamıyorum.

O sıralarda bana 4 yıl içinde hayatımda ne kadar büyük değişimler olacağını söyleseniz muhtemelen gülmekten yerlere yatardım; fakat hayat sizin planlarınıza göre işlemiyor, onun her zaman kendine göre planları var.

Özetle 4 yılda 30’dan fazla ülke ve bu ülkeler içerisinde 100’den fazla şehir gördüm. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce yeni insanla tanıştım, arkadaş oldum. Yeni kültürler tanıdım, yeni lezzetler tattım ve daha bir sürü ilginçlikler, güzellikler… Tüm bu yaşananlar, şu anda bu satırları yazarken olduğum kişi haline getirdi beni.

Peki bu 4 yıllık maceranın, hele ki son 1 yıldır 3 kıtada onlarca ülke gezmenin sonucunda Türkiye’de durmak nasıl bir duygu?

Dövizin önlenemeyen yükselişi herkes gibi beni de etkiledi ve artık istediğim seyahatlerimi aynı sıklıklarda gerçekleştiremeyeceğim. Herkesin aklında aynı soru! “Kanka sen buralarda ne yapacaksın? Nasıl duracaksın?”

Aynı soruyu ben de kendime soruyordum, henüz Türkiye’ye dönmeden önce Cusco’nun eşsiz tarihi sokaklarında yürürken, tarihi meydana bakan bir kafede kahve içerken, Machu Pichu’ya çıkarken…

Net bir cevap bulabildiğimi söyleyemeyeceğim ama Türkiye’ye geldiğimden beri istemsiz olarak bir çözüm ürettiğimi görüyorum. Sanırım cevap belli: Okuyarak! 

Yola tek başıma çıktığım için yanıma taşıyabileceğim kadar kitap alıyordum her defasında ve otobüsler, uçaklar, dinlenme noktaları çok daha keyifli hale geliyordu. Türkiye’ye geldiğimden beri normalden daha fazla kitap okumaya zaman ayırdığımı ve bunu yaparken de eskiye nazaran çok daha fazla keyif aldığımı gördüm. Bir başka deyişle; yurt dışındayken gördüğüm yeni yerleri, yaptığım gezileri şu anda kitaplarla kapatıyorum.

Geçtiğimiz 1 ay boyunca İstanbul’da metro ve metrobüste ayakta okuduğum kitapları düşünüyorum şu anda, gerçekten de metrobüste veya metroda gibi hissetmiyordum. Evet farkındayım, zor, fakat biraz direnince gerçekten okunuyor ve bir anda kendinizi dünyanın bir başka yerine ışınlayabiliyor, o da olmazsa samimi bir arkadaşınızla koyu bir sohbete başlayabiliyorsunuz.

“Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” diye düşünmenin veya sormanın pek bir manası olmadığını biliyorsunuz değil mi? En çok gezerken okuyan bilir, cevap oldukça açık. Tam da bu nedenle gezerken de gezemediğiniz zamanlarda da okuyun! Şu anda hayatınızda var olduğunu düşündüğünüz tüm problemleri ancak bu şekilde atlatabilir, daha mutlu bir geleceğe adım atabilirsiniz.

Cevabı bulduk, yaşadığınız coğrafyada eğer kendinize uygun bir ortam bulamıyorsanız, aynı zamanda fiziksel olarak da gezemiyorsanız çok daha uygun ve en az geziler kadar (hatta bazen daha fazla) faydalı olacak olan kitap okumaya başlayarak yolculuğa dair ilk adımları atabilirsiniz.

Barış Özcan “Çok gezen ne bilir?” videosunda bunu çok anlatıyor. Şu cümle beni oldukça etkilemişti “Gezmek dünyayı okuma eylemi, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir.

Evinizden dışarı adım atamıyor olabilir, yaşananlar sizi çok fazla rahatsız ediyor, mutsuz ediyor veya huzursuz ediyor olabilir; tüm bunların sizi yaşamaktan alıkoymasına izin verip vermemek sizin elinizde.

Her değişim benliğinizde başlar, fitili ateşleyen siz olmazsanız bir başkasının istediği şekilde değişirsiniz ve olduğunuz kişiyi asla sevemezsiniz. Bu nedenle birisi sizin fitilinizi ateşlemeden önce siz kendi değişiminizi başlatın. Ama gezerek, ama okuyarak…


Okumak her zaman keyifli olmuyor tabi, ilgili olduğunuz bir alan ve akıcı kitaplar bulmak zorundasınız. İlle de klasiklerle kendinizi boğmanız gerekmiyor. Tabi ki kitaplardan aldığınız zevk arttıkça klasikler de daha okunabilir veya daha doğru bir tabir ile “sizin için okunabilir” hale geliyor. Böylece her okuduğunuz kitaptan daha fazla keyif alabiliyorsunuz.

View this post on Instagram

Sahara Desert – Merzouga – Morocco Fas'a gelip de çöl turu yapmamak olur mu? Tabi ki bir tur firmasıyla turu ayarladık (teşekkürler @dogasiyagezgin) ve yola başladık. Sanırım bir grubun başına gelebilecek en kötü şeyler başımıza geldi o yüzden güzel yanlarını bırakıp onları sıralayacağım. Siz de tabi ki çöl turu ile ilgili her deneyimin güzel olduğunu bilerek bu kötü olasılıklardan haberdar olmuş olursunuz. 🙂 – Çöle girişte 1 saat deve ile yol alacaktık fakat turdan bir arkadaşımız ilk dakikada deveden düştü ve el bileğini kırdı. Şu anda hastanede. – Çölün ortasında deveden inip yürüyerek devam etmek istedim ve tabi ki amacım fotoğraf çekmekti fakat çok garip bir şekilde kum tepesi sandaletimi yuttu. Evet kelimenin tam anlamıyla yuttu ve bulamadım. Yola yalın ayak devam ettim. Fena değildi. 🙂 – Çölde bize söz verildiği gibi özel çadırlar, duş ve tuvalet yoktu. Tamamen yalan atmış firma. Hatta su ve ışık da yoktu. 🙂 Beklentilerinizi buna göre ayarlayın veya firmaya yakasına yapışacağınızı söyleyin. – Gördüğünüz fotoğrafı çölde çekerken birileri çok sevdiğim güzelim montumu çantamın yanından çalmış maalesef. Bu konuda da ne çöldeki kişiler ne de firma sağ olsun kılını kıpırdatmadı. Olan güzelim montuma oldu. – Dönüşte arkadaşımızı hastanede ziyaret edip çantasını verirken durmuş halde olan arabamıza çarptılar ve bizi suçladılar. Yine kimse bir şey yapmadı. – En kötüsü de fotoğraf makinamı incelemek isteyen birisi ayarlarıyla oynamış ve tüm çektiğim fotoğraflar RAW değil de JPG olarak çekilmiş. Ağlamak istiyorum resmen. Tüm bunlara rağmen maddi kayıplar dışında her şey yolunda ve Fez şehrinde gezmeye devam ediyorum. Umarım kötü şeylerin tamamı bitmiştir de güzel şeyler devam eder.

A post shared by Burak Budak (@burakbudak) on

Bir fikir vermesi açısından 2018 yılı içinde -bazılarını çok geç kalarak bile olsa- okuduğum kitapları paylaşıyorum. Eğer okumak için bir kitap seçemiyorsanız belki aşağıdakiler size yardımcı olabilir. Bu kitapları ilgi alanlarıma göre ve değerli arkadaşlarımın tavsiyeleri ile seçtiğimi belirtmek isterim.

  • Yuval Noah Harari – Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
  • Yuval Noah Harari – Homo Deus
  • Ernest Hemingway – Silahlara Veda
  • Ernest Hemingway – Yaşlı Adam ve Deniz
  • Fernando Pessoa – Anarşist Banker
  • William Shakespeare – Hamlet
  • Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
  • John Locke – Hoşgörü Üstüne Bir Mektup
  • Isaac Asimov – Ben Robot
  • Martin Ford – Robotların Yükselişi
  • Herman Hesse – Siddhartha
  • Herman Hesse – Knulp
  • Michel Onfray – Yolculuğa Övgü
  • Aziz Nesin – Ölmüş Eşek
  • Murray Bookchin – Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi
  • Cees Nooteboom – Mokusei
  • Charles Foster – Hayvan Olmak
  • Jules Verne – Karpatlar Şatosu
  • Peyami Safa – Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
  • Cengiz Aytmatov – Gün Olur Asra Bedel
  • John Steinbeck – İnci
  • Sadık Hidayet – Kör Baykuş
  • Yuval Noah Harari – 21. Yüzyıl İçin 21 Ders (Şu anda okuyorum)

Değerli vaktinizi, değerli içerikler tüketmeye ayırın

Günümüzün büyük çoğunluğunda ekranlara bakıyoruz ve bu baktığımız ekranlarda çoğu zaman bizim istediğimiz şeylerin dışında yer alıyor. Bazen saatlerimizi komik videolar, kediler veya Arif’in mençıstıra attığı golü izlemekle geçiriyoruz ve daha kötüsü ne biliyor musunuz? Bunun farkında bile olmuyoruz… Eğer böyle gereksiz şeylere vakit ayırmıyorsanız ne mutlu size. Çok küçük bir azınlığın içindesiniz ve lütfen sırrınızı benimle de paylaşın. (:

Her ne kadar boşa zaman harcamamaya çalışan biri olsam da bazen “farklı” içerik ihtiyacım oluyor. Youtube’da, Instagram’da takip ettiklerim veya mail listelerinde dahil olduğum bazı değerli içerik derleyicileri var. Bazıları farklı kaynaklardan değerli içerikleri süzerek paylaşıyor bazıları ise kendisi içerik üretiyor ve bu gerçekten çok değerli. Aşağıda paylaştığım hesapları, siteleri ve mail listelerini takip ederek siz de değerli vaktinizi daha değerli içerikleri tüketmeye ayırabilirsiniz.

Not: Tabi ki bu içeriklerin çoğu teknoloji/internet odaklı olacak. Bu nedenle takip ettiğiniz böyle değerli içerik üreticilerini yorum olarak paylaşırsanız listeyi güncellemek isterim.

Çay Kahve İnsan

Youtube üzerinde oldukça sınırlı sayıda kaliteli içerik üretiliyor. Severek takip ettiğim kanallardan biri olan Çay Kahve İnsan, bir çok değerli girişim ve girişimciyi misafir ediyor.

Barış Özcan

Kaliteli içerik denildiği zaman akıllara gelen ilk için bu aralar Barış Özcan sanırım. Barış abi her yönüyle kaliteli içerik nasıl üretilir sorusunun cevabı. Paylaştığı konular ise her pazar sabahının daha kaliteli geçmesini sağlıyor. Henüz takip etmiyorsanız çok şey kaçırıyorsunuz. Eski videolarını izlemeyi de unutmayın. Aşağıdaki videosu tabi ki en sevdiğim videolarından.

Doğukan Güven Nomak

Özellikle geliştirici olmak isteyen gençlerin baştan sona tüm videolarını izlemesini önerdiğim bir kanal.

Bi’kafalar

Her ne kadar yeni videolar gelmiyor olsa da eski videolarını izlemek size çok şey katacaktır.

Cep Hikayeleri

Hayatın içinden çok güzel hikayeler, çok güzel detaylar. En sevdiğim videosunu aşağıda paylaşıyorum. Ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Youtube içeriklerinden en sevdiklerim ve sıklıkla takip etmeye çalıştığım bazı kanallar bunlar. Tabi ki ilgi alanlarıma göre çok daha fazla kanalı takip ediyorum ama bu kanallar herkese fayda sağlayabilecek türden kanallar.

Eğer mail ile yatıp kalkan biriyseniz bir gün içinde değerli şeyleri yakalayabileceğiniz bazı listeler var. Unutmayın, bireysel süzgeçlerden geçmiş içerikler olduğu için çok daha değerli içerikler bunlar.

Ahmet Yalçınkaya’dan Mobil Dünya

Kendisi de bir mobil geliştirici olan Ahmet, her pazartesi size kaçırmış olabileceğiniz gündemi gönderiyor. Eğer mobil dünyaya ilgi duyuyorsanız mutlaka faydasını göreceksiniz.

Adem İlter’den Feyizli Linkler

Düzensiz aralıklarla gönderilen bir mail listesi olsa da siz ilgi gösterdikçe daha sık görme ihtimalinizin yüksek olduğu (Adem, duy bunu 🙂 ) bir mail list. Tasarım ve front-end içerikli çok değerli bir liste. Emin olun daha fazlasını görüyorsunuz.

Erman Taylan’dan ürün geliştirme ve yazılım odaklı içerikler

Ürün geliştirici olarak çalışan, yazılım kökenli Erman Taylan, her salı mail kutunuza düşecek şekilde ürün geliştirme ve yazılım alanında çok değerli içerikleri bulabilirsiniz. Oldukça doyurucu içerik listelerinden.

Koray Kışlalı’dan İlham Verenler ve İlham Kaynakları

İlham Verenler

Bir çok farklı uzmanlık alanına sahip, değerli isimlerle yapılan röportajlar, özellikle gençler ve kariyerlerinde değişiklikler yapmak isteyenler için çok faydalı olacaktır. Ayrıca değerli işlerin nasıl yapıldığını, ne gibi fedakarlıklar ile iyi konumlara gelindiğini bu röportajlardan anlayabilirsiniz.

İlham Kaynakları

Tasarım, sanat, kültür ve daha bir çok alanda içerikler üreten kaynakların derlendiği bir yayın olarak takip edebilirsiniz İlham Kaynakları sitesini. Eğer yukarıdaki alanların en az biriyle ilgiliyseniz sık sık bakmanızı öneririm çünkü çok güzel içeriklere ulaşabileceksiniz.

Bir Yudum Kitap

“Kitap okumaya zaman mı var ya?” diye düşünenlerdenseniz (çok hatalı bir düşünce maalesef) veya özenle seçilmiş kısa paragraflarla her sabah güne başlamak istiyorsanız Bir Yudum Kitap tam size göre.

Yola çıkınca hem yeni insanlar hem de kendini tanıyorsun

Bugün 3 ayı bitirdiğim bir yolculuğun Japonya ayağındayım. Şahsi bloguma çok zaman ayıramadığım için ilerde seyahat blogum olan www.dahaotesi.com ‘a ayrıntılı yazacağım bir yazının girişini burada yapmak istiyorum.

Beni yakından tanıyanlar “insan sevmiyorsun ki sen!” diyerek şaşırabilir ama yoldayken en çok yeni insanlarla tanışmayı seviyorum. Bunun bir nedeni de yolda tanıştığın insanların senin kafadan olma ihtimalleri diyebilirim. Düşünsene bir hostelde oturuyorsun, karşıdan gelen de senin gibi dünyayı gezmeye çıkmış birisi. Muhtemelen benzer hislerle dünyayı keşfetmeye başlamış. Tam da bu nedenle farklı insanların hikayelerini dinlemek, onların hayatında bir yer edinmek benim için değerli.

Çılgın bir yağmurda tanıştığım keşişler ve gönüllü İngilizce öğretmenleri

Aşağıda, çok farklı şekillerde tanıştığım kişilerden ilk aklıma gelenlerini paylaşacağım. Çok daha fazlasını ise bu yolculuk bittikten sonra paylaşmayı hedefliyorum. (:

  • Couchsurfing üzerinden tanıştığım ve bana Casablanca şehrini tanıtan, dünyayı gezme hayali olan genç arkadaşım Anas!
  • Yine Couchsurfing aracılığıyla tanıştığım, 3 ay önce Türkiye’ye yerleşme hayali olduğunu söyleyen ve şu anda Türkiye’ye yerleşme aşamasında olan Maria!
  • Marakeş’te tanıştığım, Lübnan’da bir Amerikan firmasında finans direktörü olan Selim!
  • Marakeş’te yaptığım 3 günlük çöl turunda tanıştığım kimi gezgin kimi sadece tatil için gelmiş arkadaşlarım. (İsimler ve detaylar için çöl yazımı mutlaka okumalısınız.)
  • Mısır’da beni Mısırlı sanıp bir şeyler sormaya çalışan ve İngilizce öğretmenliği okumuş Yousef. Sonra 3 gün boyunca beni arkadaşlarıyla tanıştırdı, gezdik tozduk.
  • Yousef’in en yakın arkadaşı ve Amerikan konsolosluğunda İngilizce öğrenmiş Zawawy. Babası milyoner fakat o, babasının terkettiği annesiyle mutlu bir hayat sürüyor. Piramit gezimi beraber yaptık ve değerli şeyler paylaştık.
  • Fas’ta tanıştığım Anas’ın çok yakın arkadaşı Yassine! Beni ve arkadaşımı Alexandria’da saatlerce gezdirdi ve yerel lezzetler ısmarladı.
Ben, Anas, kız kardeşi ve Maria – Kazablanka, Fas
  • Mısır’ın minik sahil kenti olan Dahab’de tanıştığım, ağır din eğitimi aldıktan sonra ateist olmaya karar vermiş 3 mısırlı genç.
  • Malezya’da Couchsurfing’den tanıştığım ve 3 gün portre fotoğrafçılığı konusunda benimle tecrübelerini paylaşan Rudy.
  • Hindistan asıllı Müslüman Malezyalı Aieda! Instagram’dan beni takip ediyormuş ve Malezya’da olduğumu görünce tanıştık, beni bir çok güzel yere gezdirdi ve bir çok kültürel bilgi paylaştı.
  • Malezya’da hostelde tanıştığım ve dünyayı 5 parasız gezen, ama gerçekten hakkıyla gezen Aslı!
  • Malezya’da sokakta tanıştığım, dünyayı gezmek için daha önceki gezilerinden fotoğraflarının baskılarını satan Rus kız!
  • Tayland’ın Chiang Mai kentinde hostelde tanıştığım ve daha sonra bir kaç ülkede daha karşılaştığım Jessica!
  • Chiang Mai’de kaldığım hostel işlerine yardım eden ve geri kalan tüm zamanını çizim yaparak geçiren 60’lı yaşlarında V!
  • Laos’da iki şehirde ve sonra Bangkok’da karşılaştığım 3 Koreli genç.
  • Myanmar’da iki farklı şehirde karşılaştığım ve Bitcoin ticareti ile dünyayı gezen, finansçı İsveçli genç.
  • Japonya’da tanıştığım Diyarbakırlı dönerci Onur! Sohbetimiz çok dönerden çok daha ileride artık. (:

Bunlar ilk aklıma gelen, hayatımda bir şekilde yerleri olan, hikayelerini bildiğim ve aynı şekilde benim hikayemi bilen, hayatlarında yer edindiğim isimler. Yüzlerce kişiyle tanıştım tabi ki fakat bu isimler, daha öne çıkan isimler. Ben onları tanıdıkça kendimi de daha iyi tanımaya başladığımı hissediyorum.

Gezmemin en temel nedeni de zaten bu, dünyanın farklı yerlerine yapılan yolculuklar bir bakıma kendi iç dünyanıza yapılan yolculuklar oluyor.

Kimse nedensiz tanışmaz, karşılaşmaz diye düşünenlerdenim bu nedenle bir sonraki tanışacağım kişiyi merakla bekliyorum.

Tokyo’dan selamlar.

Robotlara işimizi elimizden aldıkları için teşekkür edebiliriz

Olaylara her zaman kötü tarafından bakanlardan mısınız? O zaman gelin, biraz içimizi ferahlatalım. Sonuçta gerçekten içimizi ferahlatmak bizim elimizde olan bir şey. Hepimizin üzerinde düşünmesi gerektiğine inandığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Teknolojik gelişmeler birçok kişiyi korkutsa da beni heyecanlandırıyor ve umutlandırıyor. Eğer gerçekten robotların iş hayatında bir insandan fazla rol aldığı bir gelecek bizi bekliyorsa belki de tarihte ilk defa rahat bir nefes alabiliriz!

Robotlar İşimizi Elimizden Almaya Geliyor! 

Yaşamakta olduğunuz hayatın ne kadar “insanca” olduğunu daha önce hiç düşündünüz mü? Dünyanın çok büyük bir bölümü yaşamaktan ziyade yaşam mücadelesi veriyor ve ortalamaya göre en iyi durumda olan beyaz yakalılar bile aslında modern birer köle gibi çalışmaktan öteye gitmiş değiller. Oysa yüzyıllar önce kalkmış olması gerekiyordu köleliğin. İşte bu nedenle robotların hayatımızda giderek aktif rol oynaması hayatımızı olumsuz yönde etkilemek zorunda değil. Hatta şimdiye kadar hiç olmadığı kadar iyi hâle getirebilir. Güneşin doğmadığı saatlerde uyanıp hiç de insani olmayan koşullarda toplu taşımalara tıkışıp işe gitmek zorunda olmadığınız bir dünyaya sahip olmanın anahtarı robotlar olabilir.

Green Enstitü’nün asıl problemin robotlar değil, günümüz iş koşullarının olduğunu açıkladıkları raporları beni bu konuya gerçekten çok farklı bir şekilde bakmaya yöneltti. Evet, robotlar işimizi elimizden alarak bize iyilik yapabilir. Artık kas gücü yerine beynimizi kullanarak iş yapabildiğimiz alanlarda daha rahat bir şekilde çalışıp, çocuklar ve yaşlılarla daha iyi bir şekilde ilgilenebiliriz. Böylece herkesin yaşam kalitesi artmış olur.

Eğer robotların işinizi elinizden alacağından korkuyorsanız bir de robotların çocuklarınıza bakıcılık yaptığını hayal edin. Siz yoğun bir şekilde çalışırken onlar sizin çocuğunuzu yetiştirebilir. Sanırım ilk senaryo daha sağlıklı değil mi?

Robotların üretimine dayalı vergilendirme sistemi ve temel gelir 

“Robotlar işimizi alacaksa nasıl para kazanacağız” diye düşünüyor olabilirsiniz. Bu konu için de şimdiden araştırmalar, analizler ve denemeler yapılmaya başlanmış durumda. Bunun için ilk önce kendinize şunu sormanız gerekiyor. “Ne için çalışıyorum?” Eğer bu sorunun cevabı “temel yaşam standartlarımı sağlamak” ise o zaman planlanan çözüm size uygun demektir.

Temel geliri, devlet tarafından işsiz kişilere temel yaşam standartlarını sağlayabilmeleri için verilen bir ödenek olarak düşünebilirsiniz. Bir bakıma işsizlik maaşı denebilir. Fakat bunun insani standartlarda olanını düşünün. Sizin işinizi alan robotlar, çok daha performanslı ve verimli bir şekilde üretimi artıracaklar ve şirketler çok daha yüklü miktarda kâr elde edecek. Peki ya maaş? Robotların (uzun yıllar boyunca) maaşa ihtiyacı olacağını sanmıyorum. Tam da burada hükûmet devreye giriyor ve “temel gelir” için toplanacak olan bir vergiyi şirketlerden alıyor. Buna robot vergisi de diyebilirsiniz, insan vergisi de… Nihai amaç, işsizlere düzenli ve yeterli bir gelir sağlamak.

Geçtiğimiz günlerde eBay kurucusu Pierre Omidyar tarafından hayır amaçlı kurulan bir yatırım şirketi, Kenya’nın bir şehrindeki insanlara hiçbir çalışma ön koşulu koymadan aylık sabit bir ödeme yapacağı deneyini açıkladı. 12 yıl sürecek bu deney, şimdilik pek ses getirmemiş olsa da deney sürecinde ödeme yapılan kişilerin temel yaşam standartları kendiliğinden karşılanırsa halkın ne şekilde tepki göstereceği ölçülebilecek. Halkın eğitim, sanat gibi alanlarda iyileşme gösterip göstermeyeceği ise bu alanda yapılmış en önemli deneylerden birinin sonuçları olarak elimize geçecek.

karl marx muslum gurses

Neden temel gelir? 

Geçtiğimiz günlerde paylaşılan “Dünyanın en zengin sekiz kişisinin serveti, dünyanın yarısına bedel” haberi oldukça ses getirmişti fakat bunu hepimiz biliyorduk zaten. Tam da bu nedenle “temel gelir” gibi bir kavramın ortaya atılması herkesin yararına olacak diye düşünüyorum. Bir şekilde iş hayatına tutunarak yaşayan insanlar, eğer ellerindeki tüm imkânlar alınırsa köşeye sıkıştırılmış hissedebilirler. (Kediden biraz daha fazlasını yapacaklardır.) Bunu önlemenin şimdilik en etkili yolunun temel gelirin sağlanması olduğu düşünülüyor.

Bill Gates de bu görüşü destekleyenler arasında. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir röportajda robotlardan vergi alınması gerektiğini ve bu vergi ile insanların eğitimine katkı sağlanması gerektiğini paylaşmıştı.

Tarihe yön veren zamanlardan birini yaşıyoruz ve iyi değerlendirilmeli

En kötü tahminler bile kırk yıl içerisinde robotların iş kollarının büyük bir bölümünü tamamen ele geçirmiş olacağını söylüyor. Bu durum yeni bir sanayi devriminden çok daha öte. 2000’li yıllarda hayatımızda yaygınlaşan internet,  küreselleşmeyi başlattı ve görünüşe göre bunu iyi yönetemedik. Dünya, birbiriyle bağlantılı büyük bir metropol hâline dönüşmek yerine giderek daha büyük bir köye dönüşüyor ve bunun önüne geçemiyoruz. Robotik teknolojileri de insanlığın faydasına kullanamazsak geri dönüşü olmayacak sonuçlar doğurabilir.

Yazıya olumlu başlamıştım ama öyle devam edemedim, hemen toparlıyorum.

Robotik teknolojilerin hayatımıza girmesiyle yaşanacak 3 temel değişim:

  • Sürücüsüz araçlar yaygınlaşacak ve bu sayede milyonlarca insan trafik kazalarından kurtulacak. Kazaların neden olduğu maddi ve manevi zararlar önlenmiş olacak.
  • Üretim süreçlerindeki israf, robotlar sayesinde minimum seviyeye inecek ve böylece doğal kaynaklar boşa harcanmamış olacak.
  • Yukarıda da söylediğim gibi kendinize ve ailenize daha fazla zaman ayırabileceksiniz ve dahası ruhsal olarak kendinizi daha iyi besleyebileceksiniz.

Sadece bu maddeler bile çok daha kaliteli bir geleceğin bizi beklediğini gösteriyor.

Tabi iyi senaryonun hayata geçip geçmeyeceğine insanlık karar verecek. Önümüzdeki on yıl, bu kararların verilmesi için oldukça önemli. Çünkü filmlerde görmeye alışkın olduğumuz şekilde taraflar ve taraftarlar ortaya çıktıkça bu kararları almak zorlaşacak. Bu nedenle erkenden bazı şeyleri netleştirmekte fayda var.

Siz ne düşünüyorsunuz? İnsanlık olarak önümüzdeki bu sınavı geçebilecek miyiz? Benim bu konuda tarafım belli. (:

Kayıp bir nesil mi geliyor?

Lütfen bu yazıdan önce aşağıdaki yazıları okumak için bir kaç dakikanızı ayırın. Hepsini okursanız çok daha anlamlı olacağını düşünüyorum:

Facebook Babanın mı? Bence Hayır! – 2010 yılında yazdım.

Bilinçli Medya Okur Yazarlığı! – 2012 yılında yazdım.

Gençleri Bilinçlendirelim – 2012 yılında yaşanan bir olay.

Bu başlığı atmama neden olan şey, küçük kardeşimin (yaş:9) eline telefonu her aldığında ilginç şeyler çekmeye çalışması ve internette gördüğü özellikle de Youtube’da karşılaştığı videolardaki gibi hareketler sergilemeye başlamasıydı.

Yazıya henüz başlamadan önce gördüğüm bir başka video ise söylemek istediklerimi 14 saniyelik videoda özetledi diyebilirim.

https://www.youtube.com/watch?v=j6KWrEM3Lsg

Bu genç arkadaşımız üzerinden şu kayıp nesil konusuna biraz bakalım. Videoda çok önemli bir kaç nokta var:

1- Youtube’da kanal sahibi olan kişiler gibi bir açılış yapıyor.

2- Kendini aynadan çekmeye çalışıyor. Muhtemelen bir büyüğünün telefonu ve kimsenin o anda ondan haberi yok.

3- Videonun sonunda hiç arkadaşı olmadığını söylüyor.

4- Her şeyden önemlisi ise bu video kaydını bir büyüğü görüyor ve bunu sanki komik/eğlenceli bir şeymiş gibi Youtube’a yükleyerek paylaşıyor.

Kendimi bildim bileli bir nesil bir diğeri için ve genelde kendinden sonraki nesil için “kayıp nesil” demekten kendini alamıyor. Ama acaba bu “kayıp nesil” 2005 yılından sonra doğmuş kişiler olabilir mi? Yani şu anda 10-10 yaşında olanlar. Neden bu kişiler diyecek olursanız bence (tamamen gözlem) 2005 yılı Türkiye’de internet ve bilgisayarın evlerde en tavan yaptığı dönem. O dönemlerde artık internet hızları kayda değer bir seviyeye ulaşmıştı ve internet kafeler en popüler dönemlerini yaşıyordu.

Durum böyle olunca 90’lar ve kısmen 2000’lerin başında çocuk olan nesil hem internetsiz (her istediğinde elinin altında değil) hem de internetli dönemi (günümüzü) yaşadılar. Başka bir deyişle hem dışarıda doyasıya oynadılar hem de internet başında çılgınlar gibi zaman geçirdiler ve geçirmeye devam ediyorlar. İçerik ve erişebilirlik anlamında da 2005’li yıllar henüz günümüz kadar rahat değildi doğal olarak.

Biz internet kullanmaya başladığımız gençlik dönemimizde hem içerik azlığı hem de erişim kısıtları yüzünden tamamen “internet nesli” olamadık. Örneğin ben “blogunu oluştur” yazısı ise 2004 yılında blog dünyasına atıldığımda hayatımın internet olacağını hayal bile edemiyordum, farklı bir şeyler de olabilirdi.

Günümüz gençleri ise internete diledikleri gibi erişebiliyorlar ve kendi cihazları yoksa bile başkalarının cihazlarını kullanarak her anlarını ekran karşısında geçirebiliyorlar. Online olarak sürekli uğraşacak bir şeyler bulabildikleri için de dış dünyadan soyutlanıyorlar çünkü doğduklarından beri her sıkıldıklarında, ağladıklarında ellerine bir ekran tutuşturuldu ve bu şekilde vakit geçirmeyi öğrendiler.

Ama asıl problem, onları bu şekilde yetiştiren veya kendilerince yetiştirmek zorunda kalan ebeveynlerin de teknolojiyi kullanan ama “teknoloji cahili” diyebileceğimiz bir gruba dahil olmaları. Bunu bir hakaret olarak algılamayın, aktif olarak internet kullanan herkes maalesef “bilinçli internet kullanıcısı” olmuyor. Hele ki teknoloji faydalı kulanma konusunda bilgi sahibi hiç olamıyor. Bu nedenle çocukları büyürken onların tamamen kontrolünden çıkmış bir şekilde internete erişerek büyüyorlar ve hem onlardan hem de arkadaş çevrelerinden kopuyorlar.

Bu konuda düşüncelerimi saatlerce yazsam bitiremem, bitirsem de okunmayacağı için kısa kesip nasıl olması gerektiği konusunda bir şeyler sıralayacağım:

1- Çocuklarınızın herhangi bir ekran karşısında geçirdikleri zamanı mutlaka kısıtlayın ve onları dışarı yönlendirin. (Dışarının güvenli olmadığını maalesef biliyorum ama burada çözüm size kalmış.)

2- Ekran başında geçirdikleri zamanda neler yaptıklarını mutlaka ama mutlaka kontrol edin. Neler izliyorlar, neler oynuyorlar, nerelere neler yazıyorlar? Onlar gibi hareket ederek nelerle karşılaştıklarını inceleyin. Youtube’da oyun videoları altındaki yorumları okuyarak başlayabilirsiniz.

3- Sosyal ağlarda hesap açmalarını engelleyin. Engelleyemiyorsanız da bir şekilde kontrol edin. Bu konu özellikle sapıklar özelinde çok önemli.

4- Evinizde bulunan adsl hattınızın aile filtresini mutlaka oluşturun. Bilen birinden destek alarak erişimde nasıl kısıtlamalar yapabileceğinizi öğrenin, uygulayın. (Youtube’u çocuklarınız kadar kullanırsanız öğrenirsiniz.)

5- Teknoloji ve internet kaçabileceğiniz bir şey değil. Lütfen ayak uydurun ve çocuklarınızın güvenliği için önce siz bilinçlenin, sonra onları bilinçlendirin.

Eğer bunları yapmazsanız çocuklarınız biraz daha büyüdüğü zaman karşılaşabilecekleri tehlikelerden habersiz bir hayatınız olur. Onlar tehlikedeyken, siz muhtemelen Facebook’da, Instagram’da bir şeyleri “beğeniyor” olursunuz.

Neler oluyor? (10. yıla çok az kala)

Blogum 10 yaşına girecek neredeyse ama ben 2016 yılında yeni bir yazı bile yazmamışım. Zaten yıllar içerisinde yazıların sayısı o kadar çok seyrekleşmişti ki eskiden her ay en azından bir kaç yazı yazarken şu anda “yıl” üzerinden düşünüyor olmam yeterince üzücü ama yıl bitmeden güzel bir şeyler yazmayı hedefliyorum.

13383770_10154177336268913_1826825568_o

Bu yazıyı kendime mi yazıyorum yoksa okuyacak kişilere mi emin değilim ama bir yerden tekrar başlamak lazım..

Neden Yazamıyorum? 

Beni yakından tanıyanlar bilirler aslında oldukça yoğun bir içerik tüketimim ve bir o kadar da üretimim var ama o kadar farklı platformlar için yazıyorum ki, kendi bloguma onlardan farklı ve benim açımdan “değerli” olacak şeyler yazmak gerçekten zor geliyor. Hele ki benim “değerli” kavramım çok farklı olduğu için yazmam daha da zor oluyor.

Peki Gerçekten Neler oluyor? 

Aslında bu tür bir başlıkla yazmak istemezdim ama durumu açıklayacak bundan iyi bir başlık bulamadım. Normalde blogun “hakkımda” bölümünü hayatımda olan bitenlerden özet başlıklarla güncelliyordum ve orası “neler oluyor?” tadında gelişiyordu fakat orayı da 2012 yılından beri güncellemediğim için burada yazı içerisinde bazı geçmiş gelişmeleri yazıp orayı da güncelleyebilirim. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olurum. 🙂

Peki gerçekten neler oluyor diye bakacak olursak son yıllarda hayatıma yönelik aldığım radikal kararlar göze çarpıyor. Aslında radikal karar demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama şu anda hayatımın ilerlediği yol bu şekilde. En radikal kararım ise 4-5 yıldır mutlu bir şekilde yaşadığım İstanbul’u terketmem oldu. Artık sadece gerekli toplantılara ve gezmeye geliyorum. Siz de deneyin, çok güzel oluyor. Bir de “less is more” var.

Digital Nomad oldum! (Sanırım)

Ceyda Anıl’ın tam da bugün yayına aldığı yazıda sözünü ettiği kişilerden biri oldum. Artık müşterilerim ve yaptığım işler sayesinde dünyanın herhangi bir yerinde çalışabiliyorum ve bu durumu sürdürülebilir hale getirmek için elimden geldiğince çabalıyorum. Henüz tam olarak “dünyanın farklı bir yerinde” yaşayarak çalışıyorum diyemesem de onun için çabalıyorum. Dünya için biraz daha oturmaya başlayan bir kavram olsa da Türkiye’de bu şekilde çalışmak oldukça olağan dışı karşılanıyor ve haliyle sürekli müşteri bulmak oldukça zor oluyor.

Peki nasıl bu şekilde çalışıyorum diyenler için biraz geçmişe bakacak olursak ajans ve kurumsal hayat deneyimlerim sonrası artık kendi projelerimi geliştirdiğim ve bir kaç uzun soluklu müşteri ile sürekli çalıştığım bir işim var. Müşterilerim için içerik üretimi, dijital reklam çalışmaları, internet siteleri, mobil uygulamalar ve sosyal medya odaklı çalışmalar yapıyoruz. Her ne kadar bir ajans gibi görünse de aslında müşterilerin ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığımız bir model ve beraber çalıştığım kişiler ile aynı ofiste, veya şehirde değiliz. Bazen aynı kıtada bile olamayabiliyoruz.

Burada hem üretici hem de yönetici olarak çalışmaya çalışıyorum. Hem müşterilerimin işlerini ve taleplerini karşılıyor hem de bir yandan kendi projelerimi hayata geçirmeye çalışıyorum. (Bu konuyu daha açık bir şekilde yazabilmem için en az 4-5 sayfalık bir yazı yazmam gerekir. O nedenle devam ediyorum.)

Projeler? 

Son 4 yıl içerisinde gerçekten çok değerli kişilerle çok güzel projelere imza attık. (Kişiler burada çok değerli çünkü yaklaşık 10 yıllık dilimde bir o kadar da “değersiz” kişilerle çalışmak zorunda kaldım.) Bir çok güzel projeyi başarıyla yayına aldık. Başarıyla yayına aldık diyorum çünkü herhangi birinde tam anlamıyla “başarılı” olduk diyemeyeceğim. Ama internet dünyasında sadece hayal olarak başlayan bir fikrin tam da hayal edildiği gibi yayına alınması bence çok büyük bir başarı. Özellikle internet sektöründe çalışıyorsanız ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Ne bütçelerle projeler hayata geçirilemiyor görseniz oturup ağlarsınız.

Projelerden paylaşmaya değer olanları aşağıda listeliyorum:

  • Twittermeclisi.com adında bir proje geliştirip Türkiye’de siyaset dünyasında aktif yer alan hemen herkesin tüm paylaşımlarını kayıt altına aldığımız ve bir çok farklı şekilde filtrelenmesine imkan veren bir servis geliştirdik. Sabit bir kitleye ulaşmayı başardı ama sonrasında kapatmaya karar verdik. Önümüzdeki dönemde farklı bir şekilde tekrar hayata dönebilir. (Umarım döner.)
  • Hap Haber, adından da anlaşıldığı gibi bir haber platformu fakat şu anda hepimizin isyan ettiği “tıklama haberciliğine karşı” doğmuş bir mobil uygulamaydı. Uygulamaydı diyorum çünkü yayına aldıktan 5-6 ay sonra kapatma kararı aldık çünkü bir çok destek ve download’a karşı aktif kullanıcı sayısında hedeflerimize ulaşamadık ve gördük ki tıklama haberciliğine karşı içten içe bir sempati de yok değil. Kimseyi suçlamıyoruz tabi bu konuda ve hala yayına devam eden güzel projeler (bkz. Nayn.co) var bu alanda ve umuyorum ki başarılı olacaklar.
  • Yuh Oyunu! Evet, mobil uygulama dünyasına hızlı girişimizi oyunlarla 2013 yılında yapmıştık. Sonra bir çok farklı deneyim elde ettik, farklı uygulamalar geliştirdik hem kendimize hem de müşterilerimize. Sonra oyun dünyasına tekrar döndük ve bağımlılık yapabileceğine inandığımız bir arcade oyun geliştirdik. Oyun zor olunca da adını “Yuh” koyduk. Şu anda yaklaşık 70k download ve milyonlarca oynanma ile iOS ve Android platformunda devam ediyor. Biz 120 bölümden sonra geliştirmelere ara verdik fakat oyun her haliyle 120 bölümlük bir oyun, denemediyseniz mutlaka deneyin. 😉
  • Back To Math! İlk göz ağrımız olan ama deneyimsizliklerimiz yüzünden defalarca yeniden yayına almak zorunda kaldığımız ve en sonunda sadece yayına alıp bıraktığımız bir matematik oyunu. Bir gün hak ettiği değeri bulacak ama nasıl bilmiyorum.
  • Yeni bir ürün: Henüz tanıtımını veya lansmanını yapmadığımız fakat 5-6 firmanın kullanmaya başladığı bir müşteri ilişkileri platformu geliştirdik. Bir ihtiyaç üzerine doğan ve şu anda Saas olması için geliştirmeye devam ettiğimiz bu proje de oldukça sevdiğim bir iş oldu. (Yayına aldıktan sonra güncelleyeceğim burayı.)

Bunlar dışında müşterilerimiz için bir çok internet projesi yayına aldık ve almaya devam edeceğiz. Ama özel bir teşekkürü Tüyap’tan Cemran Öder ve Çağdaş Güler’e iletmek istiyorum. Tüyap 35 yıldır yapıyor olsa da biz beraber 3 yıldır Türkiye’nin dört bir yanında onlarca kitap ve sanat fuarları gerçekleştirdik ve çalışma modelime uyum sağladıkları için gerçekten onlara teşekkürü bir borç bilirim. Nice güzel fuarlara…

Daha başka? 

Digital Nomad (sevdim bunu) olduktan sonra ilk olarak Amerika’ya gitme kararı almıştım ve gittim. Yaklaşık 8 ay boyunca Amerika’da yaşama fırsatım oldu. Hem dil eğitimi hem gezi olarak hayatımın en önemli 8 ayı oldu diyebilirim. (Zaman geçtikçe daha da etkisini görüyorum) San Francisco, New Jersey, New York ve Chicago’da geçirdiğim bu dönemi asla unutmayacağım çünkü bende bir gezi tutkusu uyandırdı.

Amerika’dan geldikten sonra iş hayatına atıldığımda ara verdiğim fotoğraf tutkum da tekrar canlandı ve tekrar fotoğraf makinası aldım.

Fotoğraf makinasını alınca durur muyum? Hemen Kamboçya ve Tayland arasında geçecek olan 1 aylık bir geziye çıktım. Amerika’dan sonra bu kadar zıt bir kültürü yaşamak da inanılmaz bir deneyim oldu ve zaten Instagram‘da bıktıracak kadar paylaştım ve paylaşmaya devam edeceğim. Tabi artık teknoloji blogları ve haberleri dışında bir de bireysel gezginleri takip ediyorum her platformda. İlham kaynağı arıyorsanız gezginlerin blogları, Instagram hesapları güzel bir adres. Bkz. icantravel, Rotasizseyyah bunlardan sadece ikisi.

Fotoğraf makinası ve gezi bir araya gelince haliyle Instagram’da da artık daha aktif olmaya başladım. Hatta itiraf etmem gerekir ki Instagram takıntım oluştu. (Ama güzel fotoğraflar paylaşıyorum. Takibe almazsanız darılırım.)

Friendfeed’den sonra bırakamam dediğim Twitter‘da da artık oldukça az paylaşım yapmaya başladım. Bunun akabinde yaşlandığımı düşünmeye başladım ve neden Snapchat kullanamıyorum diye düşünürken artık Snapchat’i daha aktif kullanmaya karar verdim. Tüm gençler bu platformu kullanıyorsa bu sektörde olan biri olarak mutlaka siz de orada olmalısınız. (Tabi ki beni de takibe almayı unutmayın.)

Daha fazla gezi, daha fazla fotoğraf! Bu aralar geliştirdiğimiz yeni projelere ek olarak tek düşünebildiğim şey bunlar. Daha fazla gezi, daha fazla fotoğraf! Barış Özcan’ın videolarından birinde de söylediği gibi “gezmek, bir çeşit dünyayı okuma eylemidir” ve ben giderek daha fazla bağımlısı oluyorum. (Hala takip etmiyorsanız Barış Özcan’ı da hemen takibe alın derim.)

Son olarak evet, gezilerim, notlarım, çektiğim fotoğraflar ve videolar ile beraber bir proje daha yapmak istiyorum. Uzun süredir düşünüyorum ama hala nasıl bir konsept yapacağıma karar vermedim. Umarım karar vermem daha uzun sürmez.

Uzun süre yazmayınca böyle çok şey birikiyor. En başta da değilim gibi bu yazıyı daha çok kendim için yazdım. En azından uzun süre görüşemediğim arkadaşlarım, merak edenlerin de merakı biraz da olsa giderilmiş oldu. Hakkımda bölümünü de biraz daha sadeleştirmiş olarak güncellemeliyim. 10. yıl yazısında görüşmek üzere.

Türkiye’nin Siber Savaş İle İmtihanı

Hepiniz ilkokul ve lise döneminde tarih dersleri almışsınızdır. Doğruluğunu hiç tartışmayacağım ama hepimizin bu dönemde aldığımız derslerden öğrendiğimiz bir şey vardı hatırlarsanız; “Matbaa’nın anadoluya geç gelmesi nedeniyle bilimde dünyadan geride kaldık.

Matbaanın anadoluya geç gelmesinin nedenleri neydi peki? Çok yaygın ve kabul gören ilk görüş; “Din adamlarının “şeytan icadıdır” fetvası vermesi” yani din adamları yüzünden kabul etmedik, kullanmadık. Burada bir parantez açarak bir diğer nedeni daha paylaşmak istiyorum. Matbaanın geç gelmesinin önemli nedenlerinden biri olarak da Osmanlı tarihçileri daha çok o dönemlerde yaşayan 90 bin hattat sanatçısını gösteriyor. Eğer o dönemde matbaa gelmiş olsaydı 90 bin kişilik büyük bir işsizler ordusu oluşacaktı ve bu büyük bir sorun demekti. Bu nedenle de ilk aşamada matbaaya “gerek duyulmadığı” için uyum sağlanamadı.

Yukarıdaki her iki yargının hangisi ne kadar doğru bunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz belki ama bildiğimiz bir şey varsa o da matbaanın topraklarımıza geç girmesi, bizim uzun yıllar boyunca bilim ve teknolojiden geri kalmamıza neden oldu! Tartışılmaz bir gerçek.

Günümüze dönecek olursak biz neredeyiz?

Bilim ve teknolojide yaşadığımız geri kalmışlık şu anda bizi 2. hatta 3. dünya ülkesi konumuna getirmiş durumda. Araştırma, geliştirme ve üretim adına neredeyse hiç bir şey yapmıyoruz. Nedeni ne? Matbaa?

İnternet çağında yaşıyoruz arkadaşlar. Çok kabaca bir tabir olacak ama erişemeyeceğimiz bir bilgi artık yok. Türkiye’de yaklaşık 40 milyon internet kullanıcısı var, hanelerin %60’ından fazlasında ADSL internet bağlantısı var. Tüm bunlara rağmen bilgiye erişemiyorsanız bunun tek bir nedeni var “bahane” üretiyorsunuz, üretiyoruz.

Yaklaşık 2 haftadır Türkiye ciddi bir siber saldırı altında. Bu siber saldırıların sonuçlarını da ilk önce “.tr” uzantılı sitelere erişememekle ve dün de bankacılık sistemlerinin neredeyse çökmesiyle yaşamaya başladık. Tabi bunun sadece başlangıç olduğunu da umarım tahmin edebiliyorsunuzdur.

Siber savaş” konusunu ülke olarak henüz kavrayabilmiş değiliz. Bunun en büyük nedeni de bu şekilde yapılabilecekler konusunda bilgi sahibi olmamamız. Ülkece “hack” olgusunu bir hesabı ele geçirmekten öteye geçiremedik, neler yapılabileceğini bilmiyoruz. Bir çok alana etki ettiği gibi bunun da temelinde eğitim sistemimiz ve bilinçli medya okur yazarlığımızın olmaması yatıyor. Dijital dünyaya uyumlu bir eğitim sistemimiz yok. Görünüşe göre uzun zaman da olamayacak.

Dün yaşanan siber saldırılar sonrası bit Tweet attım ve sordum: 

Hem Twitter’dan hem de Facebook’dan güzel yorumlar geldi. Yorumların bazıları şöyle:

Veysel Kara: “insanlarin genel olarak fazla tembel olması + calismadan veya calisarak farketmez para odaklı olmaları. zeka ve ilim gerektiren her alanda olayımız bu”

Özkan Altuner: “Sansür ve yasak?”

Uğur Özmen: “Fark açılacak. Girişimci bile düşünce yapısı açısından feodal ile Sanayi dönemi arasında sıkışıp kalmış ve Bilişim dönemi bakış açısını yakalayamamış olduğu için pek umutlu değilim.”

Alparslan Demir: “Atla gelip sonradan yakalayacagız. Dijital gocebelik onem kazanirken gocebe toplumlar 22. asra girmeden dunyaya damga vuracak. Tugce’nin dedigi egitim meselesini şimdiden halletmeli ki atlar yanlış istikamete koşmasın.”

Benim bu konuyla ilgili bahaneler sıralamaya niyetim yok ama neden geride kalmaya devam ettiğimize dair bazı düşüncelerim var:

1- Eğitim sistemi. Evet, bir eğitim sistemimizin olmaması bu geride kalmışlığın temelini oluşturuyor. Cem Yılmaz zamanında bilerek mi söyledi bilmeyerek mi bilmiyoruz ama gerçekten “eğitim şart”.

2- Olayın ciddiyetinin farkında değiliz. Farkında olduğumuzu sanıyoruz fakat değiliz. Hala her gün onbinlerce vatandaşımız yerli araba, yerli uçak, önünde “yerli” olan ama aslında hiç bir önemi olmayan şeyleri paylaşıyor. Gözümüzü bürüyen bu “yerli” sevdası maalesef çok eski şeylere dayanıyor. Yazılım ve bilişim teknolojileri alanında hayal etmemiz gereken “yerli” şeyleri maalesef kaçırdığımız trenlerin peşinde koşarak harcıyoruz ve bu da bizi geride tutmaya devam ediyor.

Son çıkan “yerli otomobil” ile ilgili de şöyle demiştim:

Doğal olarak tepki de çekmişti bu söylediklerim fakat hala sonuna kadar arkasındayım.

3- Günü kurtarma çabasındayız. Yaşadığımız coğrafya, yaşananlar ve daha bir sürü sebep sayarak ülkece sadece “günü kurtarma” çabasında olduğumuzu görüyorum ve hatta bizzat bu ortamda yaşıyorum. Geleceğe dair hayaller, umutlar, planlar beslemiyoruz/besleyemiyoruz. Durum böyle olunca da gelecekte ne olacağıyla pek de ilgilenmiyoruz. Dün yaşanan olay hakkında ülkenin %99’unun bilgi veya fikir sahibi olmamasının nedeni de bu. O konu gündemimize girmeyi hak etmiyor.

Dünya Siber Ordular Kuruyor

Siber ordular derken kelimenin tam anlamıyla siber ordular kuruluyor. Bizim sürekli “klavye delikanlısı” dediğimiz insanları topluyorlar, eğitiyorlar ve hazırlıyorlar. Hali hazırda başlamış olan “djital/siber savaş” için hazırlıyorlar.

Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde çok uzun zamandır siber ordular bulunuyor. Tıpkı yıllardır var olan gizli ajanlar gibi bu orduların da sayıları bilinmiyor fakat geçtiğimiz sene Amerika’da siber orduya katılması için 4.000 kişilik bir alım yapıldığını paylaşırsam sanırım şu anda ne kadar geniş çaplı bir ordudan söz edildiğini anlarsınız.

Rusya bu konuda KGB döneminde olduğu gibi yine çok iyi ve öncü 2001 yılından beri siber ordu sahibi. Çin, İran, Almanya, Japonya da hiç geri kalmıyor ve sayıları bilinmemekle beraber özel ordularını kurmuş durumdalar. Hatta öyle ki Person Of Interest dizisini izleyenler bilirler, Japonya şu anda siber saldırılara otomatik karşı koyabilecek bir yapay zeka üzerinde çalışıyor.

Aslına bakarsanız siber ordunuzun gücünü tabi ki asker sayınız belirlemiyor. Olağanüstü yetenekli küçük bir ordu ile büyük bir orduyu yenmeniz artık mümkün. Yine devreye savaş taktikleri giriyor.

Türkiye ise maalesef ki Tübitak’a bağlı olan küçük bir ekibe sahip henüz. Halbuki dünya siber savaş tarihini değiştirecek çapta büyük bir olay Türkiye’de 2008 yılında yaşandı fakat biz bundan o tarihlerde ve şimdilerde hiç ders almadık. Erzincan’da 2008 yılında Bakü-Tiblis-Ceyhan boru hattında meydana gelen patlamayı hatırlıyor musunuz? İşte o patlama dünyada oldukça büyük bir yankı uyandırdı çünkü biz kabul etmesek de araştırmalar bir siber saldırı olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Bloomberg’de yayınlanan yazıyı zaman ayırıp okumanızı tavsiye ederim.

Konuyu çok dağıtmadan toparlamak istiyorum. Buraya kadar merak edip okuyanlara özel bir teşekkürü borç bilirim. Zaten başımıza ne geliyorsa okumamaktan geliyor.

Türkiye, siber savaş konusuna gerekli önemi vermeli. Bu konuda eğitim alanından başlamak üzere “yetkin” kişilerle çalışmaya başlayarak ilk adımlar atılmalı ve hızlanmalı. Yazılım ve internet teknolojilerine çok daha fazla önem vermeli ve bu alanda yetenekli ve meraklı kişileri daha fazla eğitmeliyiz. Başka şansımız yok. Yıllar sonra torunlarımıza “bahaneler” bırakmak istiyorsak o ayrı…

Mobil uygulamalarınız için fenomen pazarlaması

Mobil uygulama sahibi girişimciler için en önemli konu uygulamanın daha fazla indirilmesi. Bu konu tabi ki başlı başına bir iş kolu ve bir çok farklı çalışma modeli bulunuyor. Eğer yeni bir girişimciyseniz ve pazarlama bütçeniz az ise bu bütçeyi en etkili şekilde harcamak için farklı teknikler düşünmeniz gerekiyor.

Growth Hacking teknikleri dışında sonuç alabileceğiniz tek şey tabi ki para harcayarak reklam yapmak. (Growth tekniklerinin maliyetsiz olduğu anlamı çıkmasın sakın, detaylara girmemek için böyle tanımladım. Bunu ayrı bir yazıda detaylandıracağım.) Reklam yaparken de kullanabileceğiniz bir kaç model bulunuyor.

Reklam modellerine geçmeden önce bu yazıyı tamamen başarılı bir mobil uygulama, başarılı bir metin ve görsel/video ile reklam yaptığınızı varsayarak yazdığımı belirtmek istiyorum. Onlar iyi olmadığı zaman istediğiniz modeli deneyin, zaten başarı gelmez.

  • Google app install reklamları
  • Facebook app install reklamları
  • Instagram app install reklamları
  • Twitter app install reklamları
  • Youtube app install reklamları
  • Fenomen & influencer kullanarak reklam yapmak

En temel haliyle sınıflandırmamızı bu şekilde yapabiliriz. Twitter reklamlarını hiç bir zaman efektif bulmadım çünkü bütün deneyimlerimde hüsran ile karşılaştım. Büyük markalar dışında kullanılması çok doğru bir karar gibi gelmiyor bana. Onların kullanım amaçları da tartışılır. Instagram reklamları ise oldukça etkili olabilir ama bu konuda da daha önce Sosyalmedya.co’da bir yazı yazmıştım. Güven kazanmanız sıkıntı yaratabilir.

Bu mecraların her biri, kendi dinamikleri doğrultusunda farklı sonuçlar elde etmenizi sağlıyor. Bu mecralar ve performansları konusunda deneyimlerim doğrultusunda oldukça ilginç sonuçlarla karşılaştım.

Şu anda uygulama indirme odaklı (App install) reklamlar için en sık kullanılan reklam modellerinden biri fenomen kullanımı. Bu konuyu rahatlıkla televizyon reklamlarında ünlü kullanımı ile bir tutabilirsiniz. Artık yeni nesil için ünlü demek sosyal medya ünlüsü anlamına geliyor bu nedenle onların paylaşımları gerçekten değerli oluyor. (BBC’de yayınlanan makaleyi okumanızı tavsiye ederim.)

Ben uygulamalarım için 3 model denedim. Google Adwords, Facebook Ads ve sosyal medya fenomen kullanımını (Youtube, Instagram, Vine, Facebook, Twitter) test ettim ve sonuçlar oldukça şaşırtıcı. (Facebook’da Startup Turkey grubunda bir konu sonrası blog yazısı olarak yazmaya karar verdim.)

Fiyat performans olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki ünlü kullanımı tüm reklam modellerinden daha etkili. Yaptığınız uygulamanın türüne göre mecra ve kişi seçmeniz gerektiğini zaten tahmin ediyorsunuzdur. Yani kalkıp da bir futbol oyunun bir makyaj odaklı fenomen ile anlaşarak yaymak pek mantıklı olmayacaktır.

Fiyat performans olarak Fenomen kullanımı > Facebook > Google olarak sıralayabiliriz. Google’a para harcayarak iyi bir sonuç elde etmek artık çok zor ve çok büyük bütçeler gerektiriyor. Facebook ise maliyet olarak Google’dan daha uygun ve etkili fakat burda da gelen kişilerin hemen gitme oranları (uygulamanıza da bağlı olarak) daha fazla oluyor. Fenomenlerin tavsiyeleri, videoları, paylaşımları ise en büyük ve kalıcı etkiyi sağlıyor. Uygulamanız da başarılı ve kendini gösteren bir uygulama ise zaten devamı geliyor.

Son oyunumuz olan “Yuh” için Türkiye’de ve yurt dışından birer Youtube fenomeni ile anlaştık. Fenomen olmak için milyonlara hitap etmeleri gerekmiyor, takipçileri ile ilişkilerini takip etmeniz (özellikle yorumlar) oldukça fikir veriyor. Her video farklı bir tarzda hazırlandı birinde tamamen deneyim paylaşımı odaklıydık ve diğerinde de normal tanıtım yapıldı. Deneyim paylaşımı beklendiği gibi çok daha fazla etkili oldu. Türkiye’den çalıştığımız arkadaşımızın takipçi kitlesi ile olan ilişkisini de göz önüne alınca inanılmaz bir dönüş sağladık. (Her ikisi de bütçelerini çok kısa sürede amorti etti)

Türkiye’den Oyunbros kanalı ile yaptığımız çalışma:

Yurt dışı kitlesine hitap eden How To Man kanalı ile yaptığımız çalışma:

Özetleyecek olursak 10k ve altı bir medya planlama bütçeniz varsa ve hedef lokal pazar ise fenomenler en iyisi. 50k – 100k ve üzeri bir bütçe ile global hedefliyorsanız Facebook ve Google daha fazla etkili olabilir tabi eğer hedef ülkelerde fenomenlere erişip reklam yaptırabilirseniz o zaman kral sizsiniz. Yüksek bütçelerde reklam networklerinin etkili olma nedeni, bütçe arttıkça uzun vadede maliyetlerin oldukça düşmesi. Google’de kitlenin sevebileceği bir reklam ile büyük bütçeniz varsa maliyetleriniz oldukça düşebiliyor ve bu da sizi store’larda öne çıkan uygulamalar arasına yerleştirebiliyor ve böylece oldukça iyi geri dönüşler elde edebiliyorsunuz.

Edit: İstenmesi durumunda bazıları fatura ayarlayabiliyor. 🙂

Oldukça detaylı ve deneme-yanılma yapılarak çok fazla şey öğrenilebilecek bir iş kolu diyebilirim. Kısa tutmaya çalıştım. Eğer sorularınız veya eklemek istedikleriniz varsa lütfen yorum kısmını kullanarak paylaşın, cevap bulalım veya daha geniş bir paylaşıma çevirlim.

Saraysız Başkan Jose Mujica’yı Audi’ye Bindirdik

Jose Mujica, aslında oturup konuşsanız Türkiye’nin belki de %30’unun hayal ettiği, eğer gerçekten cesaret ederse %80’inin yapabileceği türde bir hayatı yaşıyor. Yaptığı şey aslında kolay olan, ama bizim içimize işlenen şeyler nedeniyle artık zor geliyor. Konuşmasında şöyle bir şey söyledi. “Siz beni yüceltiyorsunuz, büyütüyorsunuz çünkü yüceltmek istediğiniz birine ihtiyacınız var diye düşünüyorsunuz. Aslında yüceltmeniz gereken şey sizin içinizde.” Yani Mojica’yı sevin, saygı duyun buna kimse bir şey demiyor ama asıl yapmanız gereken gerçekten istiyorsanız onun gibi olmak için çabalamak. Gerisi bir çok ünlü insanın etrafında duyabileceğiniz boş hayran çığlığından başka bir şey değil.

Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujica, namı diğer Pepe. Ülkesinde, neredeyse bir köy evi gibi sade bir evde yaşayan, tek mal varlığı eski bir WV Beetle olan ve onu kullanan Mujica bugün İstanbul Kitap Fuarı’ndan son model özel bir Audi ile ayrılmak zorunda kaldı.

Önce bir söyleşi söyleşi yapan ve sonrasında biyografi kitabı olan “Saraysız Başkan” kitabını imzalayacak olan Jose Mujica o kadar yoğun bir ilgi ile karşılaştı ki bu ilgi bir süre sonra neredeyse tehlikeli boyutlara ulaşıyordu. 80 yaşında olduğu için imza salonuna golf arabası ile giderken ve imza salonuna ulaştığında bu ilgi artarak devam etti. Korumların sayısı giderek arttı ve en sonunda özel bir kapıdan dışarı çıkarıldı. Kapıdaki Audi ile oteline doğru yol aldı.

jose mujica kitap fuarı

Detayları geçelim, demek istediğim şu ki hayat felsefesi sadelik, rahatlık, basitlik ve en önemlisi özgürlük üzerine kurulu olan bir adamın bu felsefesine göre hareket etmesine izin vermiyoruz. Onun fotoğrafını çekmek, kitabımızı imzalatmak istiyoruz ama bunu 1-3-5 değil binlerce kişi istiyor ve hepsi en önemli kişi her zaman “kendi” olduğu için en büyük tutku ile istiyor. 80 yaşındaki adamı ve eşini düşünen yok.

Kanaat önderlerine bu şekilde “aşırı” ilgi gösterenler ve göstermeyenler diye insanları ikiye ayırabiliriz sanırım.

Mesela, Keanu Reeves’i hatırlayalım. Ağzımız açık izlediğimiz Matrix efsanesinin ve daha bir çok iyi yapımın başrol oyunsu. Hatırlarsanız metroda çekilmiş bir videosu vardı ve hatta metroda (!) olmasını bırak bu videoda birine yer veriyor olması gibi bir durum vardı.

Ne kadar ilginç değil mi? Bu video çıktığından beri, benim de şu an yaptığım gibi sanırım Amerika’dan çok Türkiye’de konuşuldu. Çünkü bu durum onlara değil, bize ilginç geliyordu. 9Gag’de de konu oldu tabi ki bu video ama videonun orada tartışılmasının en büyük nedeni ne metroya binen Keanu Reeves ne de metroda bir kadına yer veren Keanu Reeves’ti. Onlar, yanına zenci oturduğu için ırkçılık yaptı mı, yapmadı mı tartışması yapıyorlardı daha çok (bu da ayrı bir saçmalık).

Justin Bieber İstanbul’a konser vermeye gelmişti hatırlıyor musunuz?

justin_bieber_istanbulda_1371

Uçaktan indiği anda pasaport kontrolüne bile girememişti, havaalanı hayranları (!) yüzünden karışmıştı. Uçaktan özel araca binen Bieber, polislerin orada pasaport kontrolü yapmasını sağlamıştı ve oteline mutfak girişinden geçmişti. Tabi ki her şey bu kadarla bitmiyordu. Aynı gece otelini tam 30bin kişilik bir hayran grubu bastı ve polisler hayranlarını zor dururdu.

Bunun gibi onlarca şey var, bir arkadaşınızla çok sevdiği futbolcunun teknik direktörüne veya başkanına yaptığı artistliği konuşun, sevdiği sanatçının bir hatasını tartışın, sevdiği bir yazarın saçma yönlerinden söz edin… Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Karşımızdaki kişilerin de “insan” olduğunu hatırlayarak hareket etmediğimiz sürece yaptığımız şeyler boşa gider.

jose mujica söyleşi

Jose Mujica, aslında oturup konuşsanız Türkiye’nin belki de %40’unun hayal ettiği, eğer gerçekten cesaret ederse %70’inin yapabileceği türde bir hayatı yaşıyor. Yaptığı şey aslında kolay olan, ama bizim içimize işlenen şeyler nedeniyle artık zor geliyor. Konuşmasında şöyle bir şey söyledi. “Siz beni yüceltiyorsunuz, büyütüyorsunuz çünkü yüceltmek istediğiniz birine ihtiyacınız var diye düşünüyorsunuz. Aslında yüceltmeniz gereken şey sizin içinizde.” Yani Mojica’yı sevin, saygı duyun buna kimse bir şey demiyor ama asıl yapmanız gereken gerçekten istiyorsanız onun gibi olmak için çabalamak. Gerisi bir çok ünlü insanın etrafında duyabileceğiniz boş hayran çığlığından başka bir şey değil.

Facebook Factory! Yeni Nesil Fabrikalar Böyle Mi Olacak?

Az önce Sosyalmedya.co’da Facebook HQ ile ilgili bir yazı yayınlandı. Facebook’un 40 dönümlük arazi üzerine kurulmuş olan yeni ofisi tüm araziyi dolaşan, tamamen açık ofis şeklinde tasarlanmış ve yaklaşık 2.800 kişinin bir arada çalışabileceği bir alan olmuş.

Şimdi ilk bakışta ofisin yeri, manzarası, eğlencelik cihazlar barındırması, rengarenk olması çok hoş görünebilir ama maket videosu ve halihazırda çalışanlar içerdeyken çekilen videosunu gördüğümde ben korktum.

Facebook ofisinin maket halinin videosu (Çalışma masalarına dikkat)

View this post on Instagram

#mpk20

A post shared by Lu Wang (@luwang) on

Bir de çalışanların içerde çalışırken çekilen videosuna bakın.

View this post on Instagram

New office 🙂

A post shared by Andy Huang (@andrewjhuang) on

İnternet dünyasında “open office” kültürü çok yaygın ve sevilen bir kültür buna diyecek bir şey yok fakat Facebook bunu biraz abartmış. Benim bu çalışma ortamını gördüğümde aklıma gelen ilk şey aşağıdaki görsel oldu.

1- Open office demek 2.800 kişi ile bi arada çalışmak demek olmamalı.

2- İnternet dünyasında şirketler tekelleştikçe fabrikasyon bir sisteme geçiş gerçekleştiği konusunda birilerinin bir şeyler yapması gerekiyor. Facebook’un dışardan çalışan moderasyon ekiplerinin çalışma şartlarını bir inceleyin isterseniz.

3- Alanında iyi olan kişilerin çok önemli kriterlerle elendikten sonra işe girebildiği bu şirketler bana göre geleceğin “Çin fabrikalarından” bir farkı kalmayacak gibi.

4- Kol gücünü robotlar aldıkça beyin gücü fabrika konseptine geçiyor gibi. Facebook=WalMart olacaksa eğer bu ofis de Çin’deki fabrikalardan biri oluyor.

5- Bu sadece bir gözlem. Bir internet emekçisi olarak böyle bir ortamda şirketin adı “Facebook” olduğu için çalışmak istemezdim. Bu konuyla ilgili Facebook çalışanlarını dinlemek lazım. Acaba ne düşünüyorlar?

Peki siz ne düşünüyorsunuz? Böyle bir ofiste çalışmak ister miydiniz?