Virüs yokmuşçasına okumak! (2020’de neler okudum?)

Evde hiç geçirmediğim kadar vakit geçiriyorum. Bir çok “evci” için normal bir durum olsa da benim gibi “evde kalamayanlar derneği” üyeleri için korkunç bir şey bu, hayal bile edilemez. En azından ben öyle olacağını düşünüyordum!

Gecemiz-gündüzümüz, sağımız-solumuz, önümüz-arkamız COVID-19 olduğundan beri #evdekalıyoruz. Her ne kadar bu kuralı her fırsatta ihlal ettiysem de hakkından fazla evde kaldım. Bir önceki yazıda kuralı nasıl ihlal ettiğimi, neden ihlal ettiğimi açık yüreklilikle paylaşmıştım. Öyle olmasa akıl sağlığımı nasıl koruyabilirdim ki? (Bkz. Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum?)

Yazıda da belirttiğim gibi akıl sağlığımı korumamda kitap okumanın ve hatta genel olarak okumanın yeri çok büyük. Öyle kitap kurdu falan olduğumdan değil; dört duvar arasından çıkmamı sağladıkları için, bana yeni dünyalar açtıkları için ve tabi ki normallerimden uzaklaştırdıkları için.

Yıl bitmeden okuduğum kitapların listesini paylaşmayı hedefliyordum, kısmet yılın gününeymiş. Ama öncesinde bu yıl okuduğum kitapların bana kazandırdığı bir alışkanlığı ve yıktığı bir tabuyu paylaşmak istiyorum.

Yerli yazarlar da okunabiliyormuş!

Hemen kızmayın canım! Yazarları eleştirmek ne haddime… Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak evinde televizyon olmayan bir azınlığa mensubum sanıyorum. Bununla da kalmıyor son 10 yılımın büyük bir bölümünü televizyondan uzak geçirdiğim için artık varlığı ile yokluğu benim için bir. Türkiye televizyonlarının oluşturduğu akımlar, hikayeler, olaylar hiç bir şekilde ilgimi çekmiyor ve mutlulukla söylüyorum ki bilmiyorum. (Evet, 1 bölüm bile MasterChef izlemedim.)

Durum böyle olunca yabancı yazarlarla başlayan okuma maceram da öyle devam etti ve tıpkı Türk yapımı dizi/film/programlara ne kadar önyargılıysam yazarlara karşı da benzer bir önyargı geliştirdim. Bu önyargımın tamamen yersiz olduğunu düşünmemekle beraber bu yıl artık bu yargıya tam anlamıyla bağlı olmadığımı söyleyebilirim. Yerli yazarlar da okunabiliyormuş.

Asker arkadaşım Zülfü Livaneli önerdi

Zülfü Livaneli’yi daha çok şarkılarıyla tanıyordum ama tiyatro sanatçısı iki asker arkadaşım kitaplarını da önerince farklı bir kapı aralanmış oldu benim için. Bu arada 18 günlük askerliğimin ne kadar şanslı geçmiş olacağını bu iki arkadaşımdan hayal edebilirsiniz. Bir de badim vardı ki günün 20 saati konuşacak şey bulabiliyorduk. Üçüne de sonsuz teşekkürler…

Zülfü Livaneli ismini daha sonra daha sık duymaya, kitaplarını daha sık öneri olarak almaya başladım ta ki eski arkadaşlarımdan, şimdi ki iş arkadaşım Hüseyin bana Kardeşimin Hikayesi kitabını hediye edene kadar. O günden beridir bolca Livaneli okudum ve büyük bir önyargım kırılmış oldu. Sana da teşekkürler Hüseyin. (:

Önyargım yıkıldı, artık yerli yazarlara karşı bu kadar sert bir tavrım olmayacak ve daha sık okuyacağım çünkü Livaneli’nin kitaplarına, ele aldığı konulara, anlatımına bayıldım. Hele ki bazı kitaplarında aynı sokaklardan geçtiğimi, aynı hislere kapıldığımı ve hatta aynı otellerde kaldığımı gördükçe aldığım keyif bin kat arttı. Tam da bu nedenle bu yıl büyük çoğunlukla yerli yazar okudum diyebilirim.

Kitap okuma tarzımı “yazar bitirme” formatına taşıyorum.

Okumak için kitap seçerken nasıl bir yol izliyorsun diye sorsanız bugüne kadar verebileceğim net bir cevap yoktu. Dünya klasikleri ve çevremin tavsiyeleri seçimlerimin %90’ını oluşturuyordu ve bana yetiyordu. Livaneli okumaya başlayınca bu durum da değişti.

Her okuduğum kitabında kendimi Livaneli’ye daha yakın hissettim, yaşadıklarını daha yakından yaşadım, anlattıklarını iç sesim gibi okudum. Öyle ki bir yerden sonra yazan Livaneli değil de Budak’mış gibi hissettim. Bu da bende çok ayrı bir tad bıraktı ve Livaneli okumaya devam ettim. Henüz tüm kitaplarını bitirmedim ama oldukça yaklaştım. Bundan sonra başlayacağım yazarı seçerken de tüm kitaplarını okuyabileceğim, en azından çabalayacağım bir yazar olmasını hedefliyorum. Zaten daha önce bir kaç kitabını okuduğum bir grup yazar var, onları bitirerek başlayabilirim. Ben bu oyunu çok sevdim! (:

Gelelim okuduğum kitaplara! Çoğunuz için çok az da olsa, koca yılı evde geçirdin okuya okuya bu kadar mı okudun diyebilirsiniz ama demeyin! (: Gerek yok, herkesin hayatta kalma yöntemleri farklıdır. Karışık bir sırayla paylaşıyorum kitapları:

2020’de Neler Okudum?

Photo by Road Trip with Raj on Unsplash

Hermann Hesse – Demian (Daha önce 3-4 kitabını daha okumuştum, ilk bitireceğim yazarlar listesine aldım.

Ernest Hemingway – Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Bu adamın kitaplarına bayılıyorum, bir çok kitabını bitirdim, kalanları listeye alıyorum)

Gündüz Vassaf – Cehenneme Övgü (M. Serdar K. tavsiyesiydi ve artık başucu kitaplarımdan. Ayrıca Nilay Örneğin podcast konuğu oldu. Dinlemediyseniz tavsiye ederim. Böyle bir değere sahip olduğumuz için ülke olarak şanslıyız.

Gündüz Vassaf – Cennetin Dibi (İlk kitabı okuyunca hemen bun almak isteyeceksiniz.)

Zülfü Livaneli – Serenad

Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikayesi

Zülfü Livaneli -Konstantiniye Oteli (Livaneli’nin en sevdiğim yanı olan hikaye, gerçekler ve tarihi harmanlaması. Bu kitapta resmen zirveye çıkmış.

Zülfü Livaneli – Son Ada (Biraz muhalif bir kişiliğiniz varsa bu kitabı okurken dişinizi kırabilirsiniz sinirden. (: )

Zülfü Livaneli – Orta Zekalılar Cenneti (Eski köşe yazıları, denemeleri ve düşüncelerinin derlendiği çok değerli bir kitap. Nereden söz ettiğini hemen anlayacaksınız ama daha da kötüsü dönem değişse de yaşananların değişmediğini görecek olmanız…)

Zülfü Livaneli – Huzursuzluk (Çok ama çok etkilendiğim bir kitap oldu çünkü yaşadığım yerlerde geçiyor hikaye ve biliyorum ki yazılanlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor!)

Zülfü Livaneli – Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm (Daha önce hiç görmediğim bir kitap formatı, bayıldım! Yazara yorum yapan karakter, kitabın ortak yazarına dönüşüyor.)

Halil Cibran – Gezgin (Halil Cibran gerçekten çok farklı bir yazar, çok farklı bir dünya. Mini kitaplarını sık sık okumak lazım.)

Ferenc Molnár – Pal Sokağı Çocukları (Çoğunuz çocukken okumuşsunuzdur. Ben de okumuştum ama hafızamda yer etmemiş olmalı ki tekrar okuma gereği hissettim.)

Erich von Däniken – Tanrıların Arabaları (Bir arkadaşımla sık sık konuştuğumuz, teoriler ürettiğimiz “yaşam” üzerine farklı bir bakış açısı. O arkadaşım önerdiği için okudum.)

Erich von Däniken – Tanrıların Arabaları (Bir arkadaşımla sık sık konuştuğumuz, teoriler ürettiğimiz “yaşam” üzerine farklı bir bakış açısı. O arkadaşım önerdiği için okudum.)

Jean Baudrillard – Tüketim Toplumu (İletişim, pazarlama gibi bir alanda çalışıyorsanız okumanız gereken bir kitap. Biraz ağır bir dili var, henüz bitirmedim.)

Durum bu! 2018 yılında Türkiye’ye dönüp tekrar işe başladığımda aklımda bazı soru işaretleri vardı. Hayat her zaman sizi istediğiniz gibi yönlendirmiyor diyerek yılın sonunda “Gezmek dünyayı okuma eylemi ise, okumak da bir çeşit dünyayı gezme yöntemidir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıya başlamadan önce tekrar okudum ve iyi ki yazmışım dedim. Keşke daha fazla yazmaya zaman ayırsam diye kendime sık sık kızsam da bu da benim ayıbım diyerek kendimi avutuyorum.

Sizin yıl boyunca okuduğunuz kitaplar neler? Nasıl bir kitap okuma alışkanlığınız var? Paylaşmak isterseniz keyifle okumak isterim. Umuyorum 2021 herkes için daha mutlu, daha huzurlu, daha çok okuduğu, daha çok geçtiği, daha sağlıklı günler geçirdiği bir yıl olur. Aralığın son gününde kaloriferlerin kapalı, pencerenin açık olduğu bir gecede bu yazıyı bitirirken pek umutlu olmasam da öyleymiş gibi davranmayı tercih ediyorum.

Güle güle 2020, seni hiç sevmedik ama yine de hatırlattıkların için teşekkürler…

Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum? #COVID19

Yazının başlığını attım; uzun bir süre ekrana baktım. Böyle bir başlık atan birisi akıl sağlığını ne kadar korumuş olabilirdi ki? Tıpkı geçen 10 ay gibi garip, içinden çıkamadığım, şaşırdığım bir an daha… Tıpkı geçen 300 gün gibi…

“Çin’in Wuhan kentinde yarasadan insan bulaştığı düşünülen bir virüs dünyayı etkisi altına aldı ve 1 yıl gibi kısa bir sürede dünya çapında 1.5 milyondan fazla kişinin ölümüne neden oldu!”

https://g.co/kgs/999sPC
Klasik salgın filmlerinden…

Bu yazıyı yazmaya başladığımda dünya çapında 73 milyondan fazla kişinin yakalandığı, 1.6 milyondan fazla kişinin hayatını kaybettiği COVID-19 virüsü ile yatıp kalkıyoruz. Bir korku filminin girişi gibi!

Sadece filmlerde olur diyorduk! Hayatlarımızdan kesinlikle memnun değildik ve “daha kötü ne olabilir” diye düşünmediğimiz tek bir gün bile yoktu… Daha kötüsüyle karşı karşıya kaldık! Bunları yazmak isteme nedenim kişisel tarihime bir not düşmekten fazlası değil, lütfen yanlış anlamayın. Yaşananları “yaşamak” bir yana, yazmak çok daha garip bir etkiye neden oluyor. Daha dramatik, daha inandırıcı, daha kalıcı…

Virüs Çin’de ortaya çıktığında sosyal medya her zaman olduğu gibi oldukça büyük bir bilgi kirliliği ve garipliklerle çalkalandı. Virüs Çin’den çıkamaz (!) diyenler, yolda düşüp ölen insan videoları, yayılmaya başladıkça insanların akın akın “dooms day” hazırlığına geçerek marketleri yağmalaması ve nihayetinde virüs ülkemiz sınırlarına yaklaştıkça “Türk genine bulaşmaz” diyen profesörler… Tüm bu olaylar tarihin ve internetin tozlu raflarında yerini aldı. Benim amacım tabi ki COVID-19 özeti yapmak olmadığı için bu detaylara çok takılmadan kendi hayatıma dönüyorum.

Sorumlu muyum? Tedbirli miyim?

“Bu da ne demek? İnsanların hayatını tehlikeye atıyorsun! Senin yüzünden bu durumdayız!” diyebilirsiniz fakat şartlar ne olursa olsun yasakları destekleyen biri olmadım, olamam. Bu nedenle bilinçli, tedbirli, sorumlu olmayı tercih ettim. Herkesin böyle olmasını beklemek tabi ki gerçekçi değil fakat ben “şartlar elverdiği kadarıyla” bu şekilde yaşadığımı açıkça belirtmek istiyorum. Yasakları çiğnediğim oldu mu? Mutlaka olmuştur fakat gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bunu kimseyi etkilemeyeceğinden emin olarak yapmaya çalıştım.

Dünya virüs haberleriyle kavrulurken doğum günümde kendime hediye ettiğim Avrupa kış tatilini gerçekleştirme kararımdan dönmedim ve yaklaşık 2 hafta boyunca Almanya’nın birbirinden güzel kalelerini gezdim, Avusturya’nın en meşhur köylerinde dolaştım. Türkiye’ye dönerken uçakta “COVID-19 Formu” dolduran ilk yolculardan biri oldum. Oldukça garipti çünkü o sıralar ortada her gün tekrar tekrar kullandığımız HES Kodu veya benzeri bir şey yoktu.

1 Mart günü Türkiye’ye geldiğimde Türkiye’de henüz vaka yoktu ve ilk vakalar gelmeye başladığında şu anda Türkiye’nin en ünlü kişisi olduğunu düşündüğüm Sağlık Bakanı Fahrettin Koca bir açıklama yaptı: Virüs Türkiye’ye gelmişti ve bunun sorumlusu 30’lu yaşlarında Avrupa’dan dönen bir Türk vatandaşıydı!

Neyse ki o kişi ben değildim çünkü ben olsam muhtemelen bana da haber verirlerdi. (: Türkiye’ye geldiğimde kış mevsimi olmasından kaynaklı sesim kısıldı ve 2 gün yattım. Bu sırada patronum da virüs önlemi olması adına işe gelmemem konusunda beni tembihlediği için evde kaldım. Kalış o kalış, o günden beridir evden çalışıyorum. Çok kısa süreli de olsa ofise gittiğimiz bir kaç gün oldu ama çok kayda değer bir süre olmadığı için onları es geçiyorum. Mart ayının ortasından beridir evden çalışıyorum.

Pandeminin başından beri: 1 uzun yol otobüs yolculuğu, 3 uçak yolculuğu, 10’larca tren yolculuğu ve bolca İstanbul içi metro/otobüs/vapur yolculuğu, mümkün olduğunca parklarda gece koşusu, kafeler ve restoranlar açıkken sık sık dışarda çalışma ve yeme, sık sık misafir ağırlama ve misafir olma… Yapılmaması söylenen her şeyi yapmışım sanırım. Bu arada mümkün mertebe dezenfektan kullanmıyorum ve maskeyi ceza yememek için takıyorum. Bunları yazıyorum çünkü nasıl bir dönem geçirdiğimi açık açık belirtmek istiyorum, aksi halde akıl sağlığı koruma iddiası çok temelsiz olabilir. Zaten beni az çok tanıyan herkes -çoğu zaman yapma uyarısı ile- bu yaptıklarımı yadırgıyordu. (:

Tüm bu “sorumsuz” yaklaşıma rağmen bildiğim kadarıyla virüs kapmadım ve hasta olmadım. En azından şimdilik…

Yukarıdaki tüm davranışlara ek olarak belirtmem gereken şey ise “normal” olarak adlandırdığımız dönemler de dahil olmak üzere her zaman kişisel hijyenine kendince özen gösteren biri olduğum. En standart günde elimiz en az 10 defa sabunlarım (bunu yazmak veya dile getirmek o kadar anlamsız geliyor ki anlatamam), otobüs/metro/vapur gibi toplu taşıma araçlarında hiç bir yere dokunmam (Muhteşem bir denge yeteneğimin geliştiğini gururla söyleyebilirim. (: ), dokunmak zorunda kaldıysam bile o elimi yıkamadan bir başka yere dokunmam.

Kapı kolu, kapı açma kapama ve daha aklıma gelmeyen her yerde eğer mümkünse kolumu, dirseğimi, ayağımı kullanırım, elimi kullanmam, yürüyen merdivenlerde el bantlarını asla tutmam. Bankamatik, pos gibi yerlerde tuşlara minik cüzdanımın kenarıyla basarım veya mümkünse temassız kullanırım. Kullanacağım bardak/çatal gibi şeyler öncesinde mutlaka silerim ve bunlara benzer bir çok minik detaya dikkat ederim. Bence herkesin yapması gereken ama bir çok kişinin bir şekilde dikkat etmediği bu küçük detaylar çok fazla şeyi etkiliyor diye düşünüyorum. (Arkadaşlar metroda iki elinizle iki farklı tutamacı tutmak nasıl bir rahatlık? Bana normalde bile garip gelen bu şeyleri COVID-19 döneminde hala yapıyor herkes, metroda dikkat edin bana hak vereceksiniz…)

Yukarıda yazdığım gibi, yaptığım ve yapmadığım şeyler dolayısıyla kendimi sorumlu değil tedbirli olarak tanımlamayı tercih ediyorum. “Sorumlu olmamak” kötü gibi olsa da başkalarının daha tedbirsiz olmasının benim hayatımı kötü etkilemesine izin vermemeyi tercih ettim diyebilirim.

Günah çıkarma sonrası konuya gelebilirim çünkü yaptığım ve yapmadığım şeyler akıl sağlığımı korumamda önemli rol oynamışlardır. Bu arada akıl sağlığımı koruma konusu hala net değil, buna benden çok çevremdekiler karar verecekler veya çoktan verdiler… (:

Salgın sırasında akıl sağlığımı nasıl korudum?

Bu kısmı uzun uzadıya yazmak istemiyorum çünkü her biri herkesin zaten yaptığı/yapmaya çalıştığı veya yapabileceği şeyler. Yani burada “Simya” yok, sadece yaşanmışlık var. Peşinen söyleyeyim aşağıdakileri hangi motivasyonla yaptım bilmiyorum. Bazılarını normal zamanlarda bile bu kadar düzenli yapamazdım. Kendimi nasıl motive ettiğime dair hiç bir fikrim yok. 😀

Spor yaptım!

Kesinlikle 1 numarayı hak spor hak ediyor! Eski bir “şişman” olarak seyahatlerimde verdiğim kiloları almamak için spora başlamıştım ve çok iyi gidiyordum. Spor salonuna 2. yıl üyeliğini de yapmıştım ki salgın patlak verdi ve ben sadece 1 gün gidebildim. Ama yılmadım! Bir süre bahanelerin ardına saklanıp 5-6 kilo aldıysam da evde spor yapmaya başladım kaybolan motivasyon geri geldi ve aldığım kiloları verdim. Yani Mart 2020’den beridir toplam 30-40 gün hariç hariç neredeyse her gün evde 20 dakika ile 40 dakika arası spor yaptım. Yaptığım sporlarda beni yanlız bırakmayan “Workout at home no equipment” anahtar kelimesinin galibi Youtuber’lara sevgilerimi gönderiyorum.

Çalıştım!

Garip gelebilir ama her gün çalışacak bir işinizin olması akıl sağlığınızı korumanızda önemli bir rol oynuyor. Hayatımın hiç bir döneminde işsiz kalmadım fakat bilinçli “çalışmadığım” dönemlerde bir süre sonra bunaldığımı farkediyordum. Bu nedenle sabah (ve tabi ki akşam) beni işsiz bırakmayan müşterilerime teşekkür ediyorum. Ama bir not olarak da eklemeden geçmeyeceğim; beyaz yakalının evde kalanı çekilmiyormuş. Normalde 17.00’den sonra mailine bakmayan kişiler bile 7/24 mail atmaya başladı. (:

Her sabah işe gidiyormuş gibi hazırlandım!

Muhtemelen yüzlerce farklı yerde okumuş veya duymuşsunuzdur fakat uyguladınız mı bilmiyorum. Her sabah kalktım ve ofise gider gibi giyindim, saçımı başımı taradım/düzelttim, deodorant/parfüm sıktım ve yan odaya geçtim. Pijamalarımla ve hazırlanma rutini olmadan geçirdiğim günlerin diğer günlere oranla ne kadar kötü geçtiğini tahmin bile edemezsiniz. Yani evet, kendimi hack’ledim! 😀

Düzenli ve sağlıklı beslendim!

Spor yapıyorum, her sabah işe gider gibi hazırlanıyorum peki neden sağlıklı beslenmeyeyim? Ben de öyle düşündüm ve düzenli bir şekilde beslendim. Hatta öyle ki “normal” günlerde olduğundan daha sağlıklı beslendim. Hemen her sabah uymaya çalıştığım bir kahvaltı rutinim oluştu (yulaf+süt+muz+tarçın+yerfıstığı ezmesi) ve acayip mutluyum. Ekmek zaten tüketmemeye çalışıyordum, onu iyice sıfırladım ve aburcuburu olabildiğince az tuttum. Gazlı içeçek ve türevlerini içmiyordum onları da iyice hayatımdan çıkardım. Çılgınlar gibi pizza söylediğim, burgere doyduğum kaçamaklarım olmadı dersem büyük yalan olur. 🙂

Kitap okudum!

Kitap okuma alışkanlığı kazanmak istiyorum! Gerçekten… Salgın bu anlamda iyi fırsat yarattı ve bolca kitap okudum, yeni yazarla tanıştım, bol bol kitap siparişi verdim… Henüz saymadım ama geçtiğimiz 10 aylık dönemde 15-16 kitap okudum sanırım. Ama tabi ki burada rakamlardan ziyade her gece uyumadan önce ve bazen hafta sonları gün içinde de kitap okumaya çalıştığımı söyleyebilirim. Ortalamaya vuracak olursak her gece 30 dakika kitap okudum diyebilirim. İçinde bulunduğum realiteden kopup farklı dünyalara, farklı olaylara atlamak o kadar iyi geldi ki anlatamam. Normalde neden bu kadar okumuyoruz ki biz?

Dizi/film izledim! (Komedi öncelikli.)

Kitap okumak herkesin tercih ettiği bir şey değil (keşke olsa) ama dizi/film izlemek eminim salgında herkes için büyük bir yer kapladı. Ben de her gün mutlaka “sitcom” diye tanımlanan durum komedilerinden izlemeye çalıştım. Her gün en az 2-3 bölüm mini dizi izlemişimdir. 9 sezonluk The Office dizisi bu dönemde kahvaltılarıma sıklıkla eşlik etti. Bu arada özellikle komedi izlemeye çalıştığımı tekrar etmek istiyorum. Bu kadar sıkıntılı/sancılı dönemde iç karartıcı şeyler izlemek çok mantıklı gelmedi bana. İzlediğim diğer türler de ilham verici hikayeler ve tabi ki bilim-kurgu türü yapımlardı.

Aile ve arkadaşlarımla görüştüm!

Evde pek durmayan biri için evde kalmak ne kadar zordur bilir misiniz? Öyle çılgın gece hayatım falan olduğundan değil sadece evde kalmayı sevmiyorum. Arkadaşlarımın kafesinin olması benim için büyük bir avantaj oldu bu dönemde ve sık sık keyifli bir vapur yolculuğuyla kafeye gittim ve her fırsatta arkadaşlarımla buluştum. Görüşmek istediğim herkesle görüşmedim çünkü 10 aydır evden çıkmayan arkadaşlarım da var. Israrlarım onlara pek etki etmedi. (: Korona döneminde ailemi komple İzmit’e taşımak gibi çılgın bir işe kalkıştık ve bu da bana sık sık 1 saat içinde onlarla görüşme imkanı tanıdı.

Hobime vakit ayırdım!

Her ne kadar bunu istediğim kadar yapamadığımın farkında olsam da içimin sıkıldığı her an gezdiğim ülkelerde çektiğim fotoğraf ve videolara gömülerek gerek anılarımı tazeledim gerekse fotoğraf düzenleme yeteneğimi geliştirmeye çalıştım. Instagram’da ara ara herkesi sinir eden paylaşımlar yaptım ve stok platformlarında satış yaptım. Bunu hobi olarak yapmaya devam ettiğim için gerçekten çok faydasını gördüğümü söylemem gerek. Keşke seyahatlerimi yazdığım blogumu da güncelleme motivasyonum olsaydı ama o da nazar boncuğu olsun, ne yapalım!

ŞİMDİ SIRA YAPMADIKLARIMDA!

Fahrettin Kocayı takip etmedim!

2020 yılının en çok takipçi kazanan ismi olan sağlık bakanını takip etmedim, tamam ilk 1 hafta takip ettim ama sonra hemen takipten çıkardım. Takip etmem için bir neden olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Ama eklemeden geçmeyeyim; hiç bir siyasetçi veya politikacıyı, haber kanalını, haber sitesini vs zaten takip etmiyorum. Bu da bizi diğer maddeye getiriyor.

Haberleri takip etmedim!

Hayatımın hiç bir noktasında gündelik haberlere bir şey duymak istemedim. Dolar kaç olmuş, kim kimi nasıl dolandırmış, hangi şehirde ne olmuş, politikacılar ne saçmalamış bana ne? (Bill Gates gerçekten bir gün bize çip takarsa bu özelliği istiyorum.) Çok önemli bir şeyse bana zaten ulaşır bakış açısıyla sanırım 10 yıldan fazladır haberleri bilinçli olarak takip etmekten kaçınıyorum anlayacağınız. Sosyal ağlarda sadece mesleki içerikler ve kişileri takip etmeyi tercih ediyorum. Bu sayede gereksiz bilgiden, haberden ve dolayısıyla üzüntüden, can sıkıntısından kurtuluyorum.

Sayıları takip etmedim!

Yazının girişinde güncel vaka sayısını paylaştığıma bakmayın. Vaka sayısı, ölü sayısı, hangi ülkede son durum ne gibi hiç bir şeyi takip etmedim. Öğrendiğim zaman bana bir faydası olmayacak bir bilgi olarak gördüm ve hatta ölümlerin “sayısallaştırılması” her zaman canımı sıktığı için garipsemeye devam ettim. Her biri birer sayıdan fazla çünkü, birer hikaye…

Abartmadım!

Evet, Çok zor bir dönem! Evet, hayatımız altüst olabilir. Arkadaşlar dezenfektan içme seviyesine gelmek neyin nesi? Bu şahsi bir görüş tabi ki, kimseyi bu yaptığından dolayı (yüzüne karşı) yadırgamadım veya eleştirmedim ama buraya eklemek istedim (oh be!). Trende önümde oturan kişi tam 15 dakika boyunca sprey ile koltuğu, masayı, pencereyi dezenfekte etmeye çalıştı, bir koltuğa sıktı bir eline sıktı… Bu şekilde davranan kişinin akıl sağlığını korumaya devam etmesi nasıl mümkün olabilir?

Durum bu… Aklıma geldikçe burayı güncellerim ama size hayatın anlamını verdim gibi. (: Şaka bir yana aslında oldukça sıradan, basit, normal zamanlarda yaptığımız veya yapmaya çalıştığımız şeyler bunlar. Şu anda geride bıraktığım günlere baktığımda her ne kadar his olarak boşa geçmiş 10 ay gibi dursa da, aslında boşa geçmediğini görüp sevinebiliyorum…

Her Şey Çok Güzel Olacak filminden…

Her ne kadar bir son olarak görmesem de bu virüsten kurtulup yaşadığımız bu günleri birer kötü anı olarak hatırlayacağımız günlerin yakında olmasını diliyorum. Acil, çok acil olarak daha önce gitmediğim bir ülkeye gitmek istiyorum. Evet, bilet hiç önemli değil.

Truman Burbank bize ne anlatıyor?

Her sabah aynı saatte uyanıyor, aynı kahvaltıyı yapıyor, günlük rutinlerinizi tamamlayıp tıpkı sizin gibi yola koyulmuş binlerle, yüz binlerle ve hatta bazen milyonlarla beraber harekete geçiyor ve iş yerinize, okulunuza varıyorsunuz.

Sonra bir daha, bir daha ve bir daha…

Bu durumdan rahatsızlık duyan birileri var, size anlatmaya çalışıyorlar ama çok fazla dinlemiyorsunuz çünkü kendi dertleriniz zaten yetiyor da artıyor, bir de arkadaşınızın muhtemelen hiç bir zaman gerçekleştiremeyeceği hayalini mi dinleyeceksiniz?

Truman Burbank bu hayali gerçekleştirmek için zorluyor. Öylesine zorluyor ki çocukluğundan itibaren bilinçli olarak önüne çıkarılan engellere rağmen hayallerinden vazgeçmemeyi tercih ediyor. Evet, bu olay 30 yıl sürse de sonunda gökyüzüne dokunmayı başarıyor ve çıkış kapısını buluyor.

Öncesinde neler olduğunu hepimiz biliyoruz, en büyük korkularıyla yüzleşiyor. Bu da yetmezmiş gibi acımasız saldırılara uğruyor ve hayalleri uğruna ölümü bile göze alıyor. Üstelik nereye gideceğini tam olarak bilmiyor bile. Sadece unutamadığı bir isim, gözünün önünden gitmeyen bir yüz ve Fiji…

Doğduğunuzdan beri sizin de karşınıza onlarca farklı zorluk çıkmadı mı? Siz de zorbalığa uğramadınız mı? Hatta çoğunuz hala bu zorlukları ve zorbalıkları yaşamaya devam ediyorsunuz. Ama yine çoğunuz hayallere sahipsiniz, bıkmadan usanmadan takip etmeye devam ettiğiniz hayallere. Tek eksiğiniz bunun için henüz ölümü göze almadınız.

Şu anda önünüzdeki en büyük engel ne diye sorsam hemen hepiniz “COVID-19” diyeceksiniz. Çünkü sizi tutan başka bir şey yok. Ama unutmayın, korona öncesinde de müthiş olmasa da bir hayatınız vardı ve o zaman da bahaneleriniz vardı. Muhtemelen bundan sonra da aynı şekilde bahaneleriniz olmaya devam edecek.

Sizi yıldırmaya çalışanların karşınıza çıkardığı ve sırtınızı dayadığınız bahanelerden kurtulup “o” hayali gerçekleştirmek sizin elinizde. Başka kimsenin değil. Hemen şimdi, evet şimdi başlayabilirsiniz…

Bu arada olur da görüşemezsek, iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler…

Bir kaç gün arka arkaya sabah gözümü açıp telefonu elime aldığımda aynı saati ve dakikayı görünce aklımdan geçenler bunlardı. Üstelik koronavirüs dolayısıyla evlere kapandığımız bu günlerde çok daha fazla gözüme batmaya başladı bu konu.

Bizi Truman Burbank’dan ayıran tek şey işe/okula gitmek için evimizden çıkmamız mıydı? Sadece 3 hafta oldu! Eve kapandığımız 3. hafta fakat farkında olmadan bir çok farklı şey aklımıza gelmeye başlıyor. Düşünüyoruz. Evimizi, işimizi, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, konuştuklarımızı, konuşamadıklarımızı… Kendimizi, en çok da kendimizi düşünüyoruz çünkü kendimizle baş başayız…

Siz de böyle düşünüyorsanız açıp Truman Show‘u tekrar izleyin. Belki ilk izlediğiniz yıllara nazaran düşüncelerinizde değişiklikler olmuştur. Ben izleyeli gerçekten çok uzun zaman olmuştu ve o zamandan bu güne kadar yaşadıklarımı göz önünde bulunduracak olursam o kadar çok şey olmuş ki… İyi ki tekrar izlemişim….

Neden yabancı dillerde de şarkı/müzik dinlemeliyiz?

Çalışırken müzik dinlemek, özellikle ofiste çalışmıyorsam en iyi odaklanma yöntemim diyebilirim. Çoğu zaman müziğin akışına kendimi kaptırıyorum ve bir süre sonra ne çaldığını bile anlayamıyorum. Biraz garip gelebilir ama benim için oldukça iyi…

Bugün duyduğu Fransızca bir şarkıdan dolayı bu konuda bir şeyler yazmak geldi içimden. Aslında önce Instagram’da bir hikaye paylaştığım için başladı her şey. Çoğu zaman İngilizce şarkılar dinlediğim için Fransızca bir şarkı dinlemek çok farklı bir keyif verdi. Arada dinlediğim Fransızca şarkılar olmuştu ama hiç biri nedense bu kadar keyif vermemişti. Geoge Ka isimli bir amatör şarkıcının Jolies Personnes (Güzel İnsanlar) şarkısıydı. Levi’s tarafından düzenlenen bir yarışmada derece almış sanıyorum. Mutlaka dinleyin.

Bu şarkıyı paylaşarak Instagram arkadaşlarımdan İngilizce dışındaki dillerde dinledikleri şarkıları paylaşmalarını istedim ve sağ olsunlar harika önerilerle geldiler. Hepsini aşağıda paylaşacağım. İspanyolca, Farsça, Rusça, Kürtçe, İtalyanca, İbranice, Norveççe, Çerkesçe ve daha bir çok farklı dilde öneriler geldi. Her gelen öneriyi tabi ki paylaşamadım fakat dinleyip listeme eklemeye karar verdiklerimi ve bazı nostaljik önerileri paylaştım. Muhteşem bir aktivite oldu benim için çünkü hiç duymadığım ezgiler beni farklı düşüncelerle baş başa bıraktı. Bir başka deyişle beynimin belki de hiç çalışmayan bölgeleri çalıştı.

Farklı dillerde müzik dinlediğiniz zaman içindeki sözleri anlamasanız bile müziğin hızı, sözlerin söyleniş tarzı, enstrümanların etkisi, vokalin ses tonu sizi farklı dünyalara götürür, farklı bir kültürün içine alır ve size bir şeyler öğretir. Üstelik bunları siz hiç farkında olmadan yapar. Tam da bu nedenle iyi bir eser sonrası kendinizi çok farklı hissedersiniz.

Yukarıdaki paragrafı yazarken farkettim aslında söylediğim her şey bana seyahat ve geziyi çağırıştırıyor. Oturduğunuz yerde kitap okurken dünyayı gezdiğiniz gibi müzik dinleyerek de dünyayı gezebilirsiniz. Koronavirüs ile cebelleşilen bu günlerde harika bir aktivite.

Önerilen şarkıları dinlerken özellikle ne sözlere ne de sanatçının nereli olduğuna bakmadım ilk dinlediğimde. Sanatçının nereli olduğunu, şarkının ne tür olduğu çıkarmaya çalıştım ve büyük bir bölümünde başarılı oldum. (Düşününce bayağı eğlenmişim bunu yaparken. (: )

Yabancı dil öğrenirken müzik dinleme önerisini duymayan yoktur sanırım. Hem kelime dağarcığınızı geliştirir hem kulak alışkanlığı kazandırır hem de kültürel bilgi verir.

Konuyla biraz alakalı fakat kesinlikler he açıdan ufuk açan bu Ted konuşmasını izlemenizi tavsiye ediyorum.

Yeni bir dil öğrenmek bildiğiniz gibi beyninizi geliştirmenin en etkili yollarından birisidir. Bunu yaparken müziğin de ne kadar etkili olduğunu biliyorsunuz. Bu nedenle düz mantık ile çok farklı dillerde müzik dinlemenin de beyninizi çalıştıracağı çıkarımını yapmak çok yanlış olmayacaktır. Bu konuda biraz araştırma yaptım fakat bilimsel bir makaleye veya araştırmaya denk gelmedim. Daha çok benim gibi düşünen blog yazılarına denk geldim ama bilimsel bir araştırma bulursam mutlaka yazıyı güncellerim.

Şimdi de bana bu kısa yazıyı yazdıran harika şarkılara bakalım. Siz de favorilerinizi önermek istiyorsanız Instagram’dan bana yazabilir veya daha gelenekseli bir yorum bırakabilirsiniz.

Saknur – Evior
Buena Vista Social Club –
Dos Gardenias
Океан Ельзи –
Не йди
Emef –
Polyanna
Mohsen Namjoo –
Ey Sareban
Yasmin Levy –
Adio Kerida
Paolo Conte –
Sparring Partner
Somnambule –
Coeur de Pirate
Lara Fabian –
Je t’aime
Marjan –
Kavire del (Bunu dinlediğinizde şaşıracaksınız.)

Melih Gökçek ve Bilinçli İnternet Kullanımı Üzerine

Türkiye’de “Twitter kullanan ünlü isimleri simalar kimler” diye bir soru sorulsa sanırım akıllara iki isim gelir diye düşünüyorum. Bunlar; Hilal Cebeci ve Melih Gökçek’ten başka kimse olamaz. Gerek attıkları Tweet’ler, gerekse Twitter’ı kullanım şekilleri ile herkesin konuştuğu iki isim olmayı başardılar. Hilal Cebeci‘nin şu anda 60.359 tweet’i var. Melih Gökçek‘in ise 39.388 tweet’i bulunuyor. Otomatik hesaplar dışında sanırım bu kadar fazla tweet atan başka kimse yoktur diye düşünüyorum. Hele ki ünlüler sınıfında oldukça yüksek tweet sayıları.

Konumuz tabi ki ünlülerin kullanımı veya tweet sayıları değil. Konumuz, son günlerde oldukça fazla konuşulan, Melih Gökçek’in Twitter’da kendisine küfür edenlerin özel bilgilerine ulaşıp hem bunu Twitterda ifşa etmesi hem de bu kişilere hakaret davası açıyor olması.

Okumaya devam et “Melih Gökçek ve Bilinçli İnternet Kullanımı Üzerine”

Mobil Site VS Mobil Uygulama!

Geçtiğimiz aylarda telefonumdan, abonesi olmadığım bir GSM operatörünün internet sitesine girip bazı tarifelere bakıp bir tanıdığım için bir kaç işlem yapacaktım. Yanımızda bilgisayar olmadığı için telefondan kolaylıkla yaparım diye düşünüyordum. Fakat öyle olmadı, Appstore’da birden fazla uygulaması olan bu operatörün maalesef bir mobil sitesi bulunmuyordu. Mobil uyumlu bir site olmadığı için de oldukça zorlanarak işlemleri yapmaya çalıştık.

Geniş bir açıdan bakacak olursak bu operatör, mobil dünyayı oldukça önemseyen bir firma diyebiliriz çünkü tüm mobil platformlar için özenle hazırlanmış uygulamaları bulunuyor. Ama unutulan bir nokta var ki her akıllı telefon kullanıcısının bu uygulamaları indirmesi gerekmiyor. Benim gibi abone olmayan ve herhangi bir konuda bilgi almak için gelen ziyaretçileri düşünerek mobil siteler de hazırlamalıydırlar.   Okumaya devam et “Mobil Site VS Mobil Uygulama!”

Markaların “Mayalar” İle İmtihanı!

2012’nin son aylarında en çok konuşulan olaylardan biri de “Mayalar” ve “Kıyamet” kehanetleri oldu. Çok uzun zamandan beri konuşulan bu kehanetler ile ilgili Türkiye’de pazarlama anlamında bir fırsat doğdu.

Peki bu fırsatı değerlendirebildik mi? Bence hayır!

21 Aralık bitti ve geriye dönüp baktığımız zaman “markalar” bu konuda sınıfta kalmış görünüyor.

Not: Şirince köyü, bunca habere rağmen “boş” kaldı!

“Önümüze çıkacak diğer fırsatları daha iyi değerlendirmek dileğiyle” diyerek sosyal ağlarda karşılaştığım “Mayalar” hakkında paylaşım yapan markaları bir bakalım.

Türkiye’nin sosyal medya ile imtihanı!

Türkiye ve markalar sosyal medyaya da pazarlama çalışmalarına zor da olsa uyum sağlamaya başladı. Bu süreç, tahmin edildiği gibi çok da kolay olmadı.

Son 2-3 yıllık süreç Türkiye ve “sosyal medya” olgusu adına oldukça enteresan geçti. Benim açımdan önemli/farklı olan ve “örnek konu başlığı” anlamında diğerlerinden ayrılan örnekleri uzun zamandır toparlıyordum. Toparladım ekran görüntülerini yorumlarıyla birlikte bir sunum haline getirdim ve paylaştım.  Okumaya devam et “Türkiye’nin sosyal medya ile imtihanı!”

Türkiye’de E-ticaret Şirketlerinin Dikkat Etmesi Gereken Önemli Noktalar

4 Ekim Perşembe günü Türkiye internet sektörü için oldukça önemli bir gündü. Webrazzi ekibinin düzenlediği ve sanırım Türkiye’de, internet odaklı şu ana kadar yapılmış en büyük organizasyona imza atıldı.

Katılımın oldukça yoğun olduğu bu organizasyonda comTalks ekibi olarak bizde yer aldık ve oturumları yakından takip etme imkanı bulduk.

Benim takip ettiğim oturumlar e-ticaret odaklı oturumlar oldu. En keyif aldığım oturum ise Accel Partners’a bir kaç önce katılan Philipper Botteri’nin Türkiye için hazırladığı sunum oldu.  Okumaya devam et “Türkiye’de E-ticaret Şirketlerinin Dikkat Etmesi Gereken Önemli Noktalar”

Gangnam Style Başarısının Sırrı

PSY – Gangnam Style’ı duymayan kalmamıştır sanırım. Son verilere göre, 15 Temmuz 2012’de yüklenen orjinal klibin izlenme sayısı şu anda 343,579,271 aldığı toplam like sayısı ise 3,293,311.  2.5 ay gibi kısa bir sürede bu kadar çok izlenme sayısına ulaşan ve bu kadar çok like alan ilk video olarak tarihe geçti. Hatta, aldığı bu like sayısı ile Youtube’da en çok like alan video olarak rekorlar kitabına girdi.

Okumaya devam et “Gangnam Style Başarısının Sırrı”